20 Ara 2011

Kıskançlık Üzerine Düşünceler


Kıskançlık kötüdür, kıskançlık yapan da cinsiyetinden bağımsız bir şekilde göttür! 
Bilmem anlatabildim mi?


                   Bu arada yeni yıla nasıl giriyorsunuz panpalar? Planı olan varsa yedeğim yapabilirim zira yeni          yıla eski sovyet ülkeleri uyruklu bir kaç arkadaşımla güncel meseleleri tartışarak girmeyi planlıyoruz. Whaduuuup? Rusça çoooğönemli dil valla yea. Hadi ben gittim. İşim var. Siz de dağılın, tükkanın önünü kapatmayın, mal gelecek mal. Da, vodka.

14 Ara 2011

Yine De Oynar Mıyım Seninle?


Su olsan ateş olsan
Göklerdeki güneş olsan
Konuşmasan taş olsan
Yine de oynar mıyım seninle?

Sayılmasan kaç olsan
Topraktaki güç olsan
Aptal gibi suç olsan
Yine de oynar mıyım seninle?

Seninleeee oynar mıyım? Tabiki hayır salak!

12 Ara 2011

Bir frtncr™ Kolay Yetişmiyor Hanım!




Sizlere uzak uzak diyarlardan sevgi dolu cümlelerimle geldim demek isterdim fakat şu henüz dün bitirdiğim 24. yaşım içerisinde uzaklara gidemedim, poff. Gittiğim en uzak yer Angaraydı yani o kadar diyorum. Peki neler yaptım şu 24. yaşım içerisinde sorarım kendime?
Efendim biliyorsunuz 10 Aralık’ta doğan ender şahsiyetlerden biriyim, beni bu özel günde doğurduğu için öncelikle canım anneme teşekkürü bir borç bilirim ve karşılık olarak kendisinden gelecek ‘Aman benim canım oğluum, aman benim yakışıklım, dünyalar kurban olsun sana’ lafları için de ortalama bir Karadenizliden pek daha hacimli ve kemerli burnumu tee fezalara kadar kaldırırım. Gençler size bir sır vereyim mi, annem beni hiç böyle övmedi lan. Hatta pek övmedi desem de yeridir. Hatta kimse beni böyle övmedi amk, sadece valide sultan değil. Ben de çareyi ‘lan madem kimse beni övmüyor, kendi kendimi öveyim belki inandırırım bazı kişileri’ demekte buldum. Biliyorum çok ezik bir durum, ne yapalım işte, buraya ne yazıldıysa o!
23’ü bitirip 24’e girme şenliklerinde baya bir eğlendikten sonra işler sarpa sardı ve bir süre bildiğiniz boka bulaştım, öyle böyle değil yani. Lost bile bu kadar bozmamıştır .mına koyim. Ne yaparsınız kader kısmet, tuvalet bekçiliği yaparsan boka da bulaşırsın çişe de sevgili benliğim! Bir kaç hafta sonra ‘Yok artık LeBron James, afedersin de skerler yani’ diyene kadar da bu durum böyle devam etti gitti. Sonra da hohohoo bitti. Bitti diye sevindik de akıllandık mı peki? Yok anacım, gittik çocuk bahçesine daldık bu sefer de. Neyse ordan da bir şekilde kurtardık paçayı. Benim esas geleceğim kısım reklamlar, bugün bir TV kanalı parayı reklamdan kazanıyor bebeğim, e ben de TV gibi çocuğum öyleyse reklam yapmalıyım. (Şu çıkarsamalarıma bayılıyorum yea)
Zamanlardan tecrübe kazanmak için işe girmemin bir kaç hafta sonrası, enerjik 10 kadar gönül dostuylan Büyükada yollarına koyulduk, enerjiğiz ya illa ki kaşınıyoruz dedik bisiklet kiralayalım. Fikir kimden çıktıysa ağzına zıçaym! Evet o benim hohoho. Kiraladık bisikletleri fakat ben iki dakikada bayıldım efenim. Bildiğiniz anlık bilinç kaybı, yüzde sararma, görülen beyaz ışık bir nevi ‘Let the Angels Guide You’ moduna soktu bizi. Aranıza geri döndüğümü benim çok sevgili psikopat arkadaşımın ‘Anaaa herif öldü lan galiba’ seslerini duyduğumda anlayabildim. O gün işte bir milattı. Dedim ki, güzel insan, sevgi kelebeği, genç kızların sevgilisi (evet Cougar takılmıyorum) hayatta ikinci bir şans verildi sana, ye dua et sev. Ben naptım peki? Hay skiim yeni paragrafa geçmek istedim tam şu an. Edebi açıdan yazının tüm akışını mahvedecek olsa bile, amaaaan siz biliyor ben canım ne isterse onu yapar.
Eveeet nerede kalmıştık? Troll’e bağladık amk gene, o bi film ismi olm. Hem ben dua etme kısmında da pek yetenekli değilim işin açıkçası. ‘Fakat ne yaptın kuzum, anlatsana neler oluyor yahu!’ dediğinizi duyar gibiyim, sizi merakta bırakmadan söyleyeyim, işi bıraktım ve bir bisiklet sahibi oldum. Burdan bakınca evet biraz ‘aklını skiim’ gibi duruyor ama öyle değil işte, bi bekleyin yargılamadan önce yea. Hem only god can judge me diyorum ve bu yaratıcılığımı yazacağım kitabı ‘Let there be lights’ diyerek başlatmak suretiyle taçlandıracağım. Veee ben, frtncryeni bir başlangıç yaptım ve dönüp arkama bile bakmadım. 3 ay sonra ne oldu peki? Gençler artık 2 dakikada bayılan bir public figure yok karşınızda, bir seferde 45 km. bisiklet basıyorum(biz baykırlar böyle konuşuruz taam mıaaa!) ve yorulmuyorum bile. Hoh çok havalıyım.
Dönelim bayılma mevzusuna, hacı beni ambulansa attılar ve bu sayede bir çoğunuzun ulaşamayacağı bir mertebeye ulaştım, adada arabaya bindim leaaaan. Hohohoo! Fakat bu sevinç uzun sürmedi, doktor amcamızın ‘Yakışıklı evladım, 6 milyarda bir görülen bir durumla karşı karşıyayız, üzgünüm ama çok az bir süre ömrün kalmış, bu süreyi anakaraya ayak basıp Hilal Cebeci ile fanfinfon yaparak geçir’ demesini beklerken bana ‘Bayılmışsın, korkulacak bir durum yok, git tahlil yaptır, soran olursa Senkop diye bir şey olmuş dersin’ dedi. Lan olm ben de biliyorum yani bayıldığımı, thank you! (Sinirlenince hep İngilizce konuşurum) Senkop da zaten bayılmanın tıp dilindeki adı sen kimi kandırıyon kimi! Fikirtepe çocuğuyum yığarım bizim kaaveyi buraya hea diyesim geldi de aman dedim deymez. Sen bana laik değilsin...
Ancak çok akıllı olanlarınızın anlayabileceği gibi, evet yeni hobim bisiklet. Peki yalnızca bir yeni hobim mi var, nayn! Bir enstrüman çalmaya başladım artık ve kendisini çok sevdik. Evin baş köşesine koyduk. Acaba nedir nedir diye sormayın, daha erken. En az bir parçayı tamamiyle çalabilmeliyim ki ardından söylemeliyim. Çok da prensipliyimdir.
Artık çok geç olmuş gençler, biliyorum deliler gibi frtncraşeriyorsunuz fakat ben yatıyorum yea, malum 6’da uyan filan. Profesyonellik benim göbek adım.
Haydi nice yıllar bana, vay size vaylar da size; ne yaparsınız hayat müşterek.

30 Kas 2011

Blogspot'ta Kızlar Mı Teklif Ediyomuş?

Al evladım bu da cevabın.



Sadece ünlü Türk Düşünürü frtncr™ için geçerli bir durum, genelleme yapmayalım lütfen. hohohoo

28 Kas 2011

Üç Maymun


        Bak arkadaşım, görme diyorsun, duyma diyorsun, konuşma diyorsun. Bilmiyorsun ki eğer ben görmez, duymaz, konuşmazsam; seni bir güzel zikerler sonra anlamazsın bile. Şimdi güzel kardeşim, çekinme gel yanımıza, bilmediklerini sor öğren, biz de bilmediklerimizi sana soralım. Tepeden inmecilik yapmayalım. Bizim yanımızda en fazla tokat yersin o da son çare ve de niyetimiz onların yaptığı gibi seni zikmek filan da değildir afedersin.

27 Kas 2011

Kayincoya Selam





The Angel

Did you ever fall in love with an angel dude?
I did at once.
I doubt to see her before I die.
I have fallen in love with an angel.
And 'll never give up loving her.



14 Eki 2011

TÜRK KADINI


          
            Merhabalar,

            Yazının fazlasıyla eleştiri içerdiğini söyleyerek giriş yapmak istiyorum. Eğlenmek amacıyla bir yazı okumak isteyenlere tavsiye edilmez.

            Bugün sizlerle izninizle birkaç tespitimi paylaşacağım ve ardından özellikle son tespit hakkında görüşlerinizi bekliyor olacağım. Bu konu benim için çok önemli ve sizlerin de konuya nasıl baktığınızı gerçekten çok merak ediyorum...
            Tespitlerimden ilki iktidar için söylenegelen hani şu hakim söyleyiş ‘Bunlar dini kullanarak halkı uyutuyorlar yahu!’ ile ilgili. Peki halka ne istediği soruldu mu? Neydi halkın istediği? Namaz kılan bir Cumhurbaşkanı, bir Başbakan değil miydi? O zaman bu söylemi artık dilimize pelesenk etmekten vazgeçip gerçekle yüzleşebiliriz değil mi? Halk dinin kullanılmasını istiyor ve dindar olduklarını gösterenleri ödüllendiriyor.
            İlk tespiti kapatıp ikincisine geçelim öyleyse. %99’unun Müslüman olduğu söylenen – ki kimse nüfus cüzdanındaki din hanesinde İslam yazdığı için Müslüman olmak zorunda değildir, kişi istediği dine mensup olabileceği gibi eğer kendisini hiç bir dine yakın hissetmiyorsa hayatından din unsurunu çıkararak da yaşayabilir – bir toplumda yolsuzluk, hırsızlık, soygun, şiddet, tecavüz gibi kötülüklere sıklıkla rastlamak neyin nesidir? Yoksa bu düzen halkın hoşuna mı gidiyor? İşlerine mi geliyor? 2002 seçimleri zamanında Cem Uzan’a bu ülkede ‘Amerika’ya dolandıran adam’ diyerekten oy veren yüzbinler yok muydu? Haydi yok deyin, diyebilir misiniz? Neymiş, halk biraz da ‘işini bilen’ yöneticileri olsun istiyormuş. İstiyormuş ki yarın bir gün kendilerine de bir pay düşer, köşeyi kolaylıkla dönerler, düzene ortak olurlarmış...
Şimdi gelelim son ve en uzun tespit hatta tespitler yumağına. Toplumda kadının yeri ile ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Başlangıç noktam kadınlara uygulanan şiddet.
‘Büyük güç, büyük sorumluluk ister.’ Bu sözden nasibini henüz alamamış insanlar ise kendilerinden kas gücü bakımından daha zayıf olan kadınlarımıza karşı gözlerini kırpmadan şiddet uygulayabiliyorlar. Bu olaylar senelerdir sürüp giderken medyada neler oluyor peki? Geçen hafta sırtından bıçaklanan talihsiz bir kadının fotoğrafını sansürlemeden sürmanşetten verip ardından bu işi kendisinin de kızı olduğunu, kızı gibilerin bu olayların farkına varması için yaptığını söyleyerek ucuz icraatlarına bir yenisini daha ekleyen malum genel yayın yönetmenine sormak istiyorum, neyi düzeltebilir ki bu yaptığınız? Farkında olmadan normalleştiriyorsunuz bu gibi durumları ve dünyadan haberiniz yok henüz. Uyanın hocam uyanın!
Toplumun çokça izlediği dizi ve filmlerin bir çoğunda baskın karakterler erkekler ve bu yayımların bir çoğunda kadına şiddet sanki çok normalmiş gibi işlenmiyor mu? ‘Sus kız sen anlamazsın!’, ‘Bak çarparım şimdi bir tane!’, ‘Kadın kısmı anlamaz bu işlerden!’ ve daha pek çok örnek.  Tüm bu olanların ardından kadınlarımıza ‘Üç Çocuk’ öğütleri verenlerin farkında olmadan(acaba?) kadınlarımızı geri plana ittiğini ve onlara sadece ‘yemek yapıp, çocuk doğurup erkeklerin cinsellik ihtiyaçlarını karşılayan insancıklar’ rolünü biçtiğini ve bunu yaparken bir kere de durup ‘acaba biz ne yapıyoruz böyle guguklu saat gibi konuşmak bizlere yakışıyor mu?’ diye de kendilerine sormadıklarını görmek ne acı...


Türk toplumunda çok büyük çarpıklıklar ve yozlaşma var. Özellikle son yirmi yıldır süregelen – tesadüfe bakın ki o tarihten sonra hemen hemen her seferinde Özal ve onun gibiler iktidarda olmuşlardır – yoğun saldırılar sonucunda elbette ki Türk Gençliği artık eskisi gibi değil. Atatürk İlke ve İnkılapları ışığında Cumhuriyet değerlerini korumak ve yükseltmekle yükümlü olan Türk Gençliği kendisini politikadan soyutlamış ve bir o kadar da Hilal’in ‘Panpişlerine’ ve Cicişlerin memişlerine odaklamıştır.
1986 doğumlu biri olarak gayet iyi hatırlıyorum küçüklüğümüzde  neler izlediğimizi. ‘Bizimkiler’ dizisi bitince kendimi yerlere atardım misal. Susam Sokağındaki Kurabiye Canavarı’na hayrandım, ne zaman kurabiye görsem ‘Ben Kurabiye Canararıyım’ diye tabaklara saldırırdım. Neyse ki artık canavar kelimesinin doğru telaffuzunu yapabiliyorum. Süperbaba vardı mesela, Adile Naşit ve Münir Özkul filmlerini izlerdik aile temasını işleyen... Peki ya şimdi? Seyirciyi ekran başına çekmek amacıyla oyunculuğu geri plana iterek yalnızca ‘güzel’ veya ‘yakışıklı’ oldukları için ekranlara çıkarılıp birer figür haline getirildikten sonra bir kaç sene içerisinde harcanan zavallıları izliyoruz. ‘Daçmin goooş!’ diyerek ortalıklarda dolaşan insanlar vardı daha bir kaç hafta önce. Onun buna, bunun şuna, sonra hepsinin birlikte ‘bizlere’ hallendikleri dizilere ise zaten girmek istemiyorum zira hiç izlemediğim halde nasıl oluyor da biliyorum sorusu sinirlerimi zıplatmaya yetiyor.
Tabi bu kadar lafı söyledikten sonra şunu da sormadan geçmek istemiyorum. Ey Türk Kadını! Bu çarkın böyle devam etmesinin önüne geçmek adına sen ne yapıyorsun peki? Sen ki Atatürk’ün ‘Dünya üzerinde hiç bir kadın yoktur ki vatanını kurtarmak için Türk Kadınından daha çok çalıştığını iddia etsin’ sözleriyle Ulusal Kurtuluş Savaşımızın Başkumandanı tarafından şereflendirilmiş, baş tacı edilmişsin. Peki büyüdüklerinde birer canavara dönüşen yavruları yetiştiren de sen değil misin?
Kadınlarımız artık seçimlerini yapmalıdır, bu düzen böyle devam edemez. Kendilerine reva görülen ‘Üç çocuklu, evde kocasını bekleyen kadın’ rolü mü yoksa sorumluluk alarak ülkeyi değiştirme yoluna girmek mi? Benim tanıdığım Türk Kadını analığını da en iyi şekilde yapar, ülkesini de en iyi şekilde değiştirir. Bu vesileyle anneciğime de sevgilerimi göndermeyi bir borç biliyorum. Sen hayatımda gördüğüm en değerli kadınsın.

8 Eki 2011

Son Kullanma Tarihi Gelmiş Saçmalıklar





Sevgili misafirler değerli dostlar, aramızda bu yazıyı okumuş olanlar olabilir, zira mandıramızın has ürünüdür. Bu aralar pek yazı yazasım yok, az önce de açtım rastgele bir yazı okudum blogumdan and made me smile filan yani. Neşeli çocukmuşum o zamanlar. Şimdi varsa yoksa milyon dolar say. Skerim böyle işi yani afedersiniz.

Merhaba canlarım, beni sizler yarattınııız, muck. Bugün hali hazırda uzun bir süredir yapmakta olduğum araştırmalarımın nihayete ulaşıp, bir kısmınıza yardım ve yataklığa dönüşeceği gündür; kutlu olsun! Bu grup “Çirkin İnsan Yavruları”...
                Kim kendini “Çirkin İnsan Yavruları” sınıflandırmasına dahil eder ki a benim babyface kardeşim gibi salak bi soru da sormayın. Yaptım; olazak!
                Gençler, hani siz cepteki tüm parayı üzerinize tek bi bakış çekmek için düşünmeden harcayabilenler, siz arabasına cebindeki son parayla yakıt alıp piyasa yapmaya çıkanlar, çok coolum havası yaratmak için blog yazanlar - hasktir maske düştü - diyeceğim o ki uğraşmayın oğlum bu tarz işlerle. Size şimdi alımlı çalımlı güzel bi hatun nasıl tavlanır onu öğreteceğim. Dikkatler bana... Başlıyoruz.
                Evlat, öncelikle bu kadar çaresiz durumda olduğun için yazık lan sana. Neyse ki Rusya ile aramızda vizeler kalkıyo Mayıs ayında, sen de memleketimize günlük 9 dolara “Her Şey Dahil” fırsatından yararlanmaya gelenler dışındaki Ruslarla tanışabileceksin. Sevinsene lan! Belki evlenirsiniz çocuğunuz filan olur. Adını Fırat koyun. Kız olursa da ***** (Bu isme sahip kişi süresiz ban yedi.) koyun zira en sevdiğim isimdir kendi ismimden sonra... muck.
                Oğlum, sen ortalıklarda salınmaya, arabaylan gezmeye, blog yazmaya filan devam et bunlar sorun değil ama şöyle bir gerçek var ki her önüne gelen hatuna yazış yaptığın için, kendisiyle birlikte tüm kadın ırkında olan şeyin bir tek kendisinde olduğunu düşündürüyorsun bu insanlara ve sonra frtncr abin çapkınlığa çıktığında zorluklar yaşıyor. Avrupa’da böyle mi lan! Akıllı ol Türk Erkeği. Abazan kardeşlerim!
                Kimse sevgilisini metroda ya da otobüste ya da ne bileyim İstiklalde aşağı yukarı yürürken tavlamamıştır heralde dimi? O zaman niye bakıyosun lan ayı gibi? Bir kez daha vurguluyorum bak iyi dinle! Sonra bu ayı gibi baktığın hatunlar frtncr’in bulunduğu mekana gidiyolar ve çok kıymetli büyüğünüzün bir tek kaş göz yapması yetmiyor. Tamam sonra babyfaceimi kullanarak olaya farklı bir boyut getiriyo olabilirim fakat bu sizin konunuz değil çünkü ben babyfaceim siz de götüm gibisiniz. Bunu unutmayın!
                Ey abazan Türk Çocuğu. Bak olum, senin en şanslı olduğun zaman ne zaman biliyo musun? Hatunların en down olduğu anlar. Valla bak. Balon gibi şişmiiiiş, nalet, yok efenim Kenan İmirzalıoğlu gibi sevgili istiyorum, yok Fırat Tuncer’den aşağısı kurtarmaz triplerine giren kızları öyle bi bakışta tavlayamazsın. Bu yüzden gel tecrübelerimden faydalan.
                Şanslısın; düşün ki ablamız artık gece eve dönmüş, üzerini değiştirmiş, pembe ve ayıcıklı pijamalarını giymiş. Yani anlıcağın sen bile dönüp bakmazsın suratına. Aha da işte hareket zamanı. Makyajını da temizledi miydiiii al sana işte down olmuş hatun. Şu da olur, sabah yeni yataktan kalkmış, gözlerinin altı şiş, iğrenç mi iğrenç, söz konusu pijamalar yine üzerinde ve buna ek olarak oda osuruk kokuyo! Ne o lan şaşırdın mı? Kızlar da pırtlar. Tabi sen karşı cinsle olan ilişkilerini poz yapmaktan ileriye götüremediğin için bilemezsin işin o tarafını.
                Velev ki bildin, ya bi sktr git!
                Kardeşlerim, yani neymiş, taarruz vakti uyumadan önce ve uyandıktan sonrasıymış çünkü mutlaka o uyuz, gözleri şişik hallerini tuvalet aynasında gördüler, gerçeğin farkına varıp “Tanrııım na kadar çirkinim böhüü, ben kim Fırat Tuncer kim?” diye kendilerine sordular...
                Hatunu buluşmaya ikna ettiniz ama işte çok da iç açıcı gözükmüyo durum zira kız balon gibi şişiniyo da şişiniyo. Bunun da çaresi var. Onu yemeğe götürün. Yani yemek derken “yaşasın yemek yemek”’deki yemek. “Ama o cümlede iki adet yemek var, hangisi bilemedim” diye soracak olanlar da lütfen aramızdan ayrılsınlar. Çok doluyum onlara! Konudan kopmadan, olm mümkünse kebapçıya götürün kızı, verin yedirin adanayı, urfayı, içirin ayranı. Ardından yemekler bittiğinde hemen kalkmayın, bir müddet daha oturun çünkü ablanın yedikleri lop lop et olmaktan ziyade, mide salgısının asidik yapısından ötürü şu anda “gaz” bulutu olma yolunda. Ahahaha, yazık lan ablamız çıkaramaz da o gazı şişer de şişer. Yılmayın! Bekleyin. Bi yerde patlayacak. Patlamadı mı? E tuvalete kaçacak. Dönüşte de tuvalette yaşadıklarını “Hadi yaa ben de insan mıyım? Neydi o öyle?” diyerek çaresizce düşüneceği için, aha da yine söndü balon. Evet neymiş, tuvalet dönüşleri de çok önemliymiş. Pelinler de zçıyo olm. “Ay yok ben makyaj tazelemeye gitmiştim.” Yeme sen bunu tabi; bak yine tecrübelerime dayanarak söylüyorum, daha kıçına makyaj yapanını görmedim! Tabi bu kıçıma kaş göz çizsem senden daha güzel olacağı gerçeğini değiştirmiyo. Hedefe odaklan sen!
                Neyse ki bu taktiklere hiç ama hiç ihtiyacım yok, ben frtncr’im ve büyük düşünüyorum. Tayyip amcamı örnek alıyorum, yatakta kaplan, sokakta maço filan. Dur lan özel hayata girmeyelim.
                Sen benim talihsiz kardeşim!
                İlk gördüğü kıza Zekai kardeşimizden örnek alarak “davşanım” diyen kardeşim. Üzülme üzülme. Hepsi geçti. Sağlıcakla kal. Dediklermi de unutma lan. Hadeee...

12 Eyl 2011

Bugün 12 Eylül

İlkokulda hemen hepimiz öğrenmişizdir, 'Bugün 23 Nisan, hep neşeyle doluyor insan.'

 Bugün 12 Eylül, hep bir yanımızda taşıdığımız ve taşıyacağımız yaramız.

 *Bugün gönlüm hiç neşe çalmıyor be usta. Kapat da gidelim hadi.


21 Ağu 2011

Yeniden Dizayn Edilmek İstenen Beyoğlu





Tıpkı bir M.F.Ö şarkısı gibi, ‘Nasıl anlatsam, nerden başlasam?’ bilemiyorum. Hiç yaşamak istemediğimiz durumlar gelip bizleri buluyor ve sadece bakıp, ‘acaba bir sonraki ne?’ diyebiliyoruz. Bu kadar alıştık, bu kadar kabullendik vahşileşen düzeni.
19 Ağustos gecesi geceyarısına yakın bir zamanda ‘acaba kalabalık mıdır?’ diyerek merak edip gittiğimiz Kuledibinde yaşadıklarımız sanki son 9 yıldır yaşadıklarımızın kısaltılmış bir türevi gibiydi. Bu yazıda kesinlikle ‘İslamcılar bizlere saldırıyorlar, laiklik elden gidiyor’ çığırtkanlığı yapmak istemiyorum zira sanırım hepimiz hemfikiriz ki bu adamlar tüm vandallıklarıyla geldiler, gelmeye devam ediyorlar ve hatta gelecekler. Bizler de öylece oturup seyredeceğiz…

Kuledibi’ne vardığımızda bir grubun polislerle hararetli bir şekilde konuşma-tartışma arası bir münasebette bulunduklarını gördük ve merak edip yanlarına gittik. Gruptan bir kişi, polislerin amiri konumunda olduğunu düşündüğüm takım elbiseli bir kişiye polislerin tutumunun sertliğinden şikayet ediyor, polislerin takındıkları bu yanlış ve sert tutumun onları daha da tepki gösterir bir pozisyona ittiğinden yakınıyordu. Ardından şaşırtıcı bir şekilde polis bir kaç dakika içerisinde alanın dışına çıkarak kalabalığı uzaktan izlemeye başladı. Bu beklemediğim polis hareketi açıkçası takdirimi toplamıştı ve ‘sonunda insanları anlayabilen memurların iş başında olmalarının’ sevincini yaşamıştım.

Duruma tek taraflı bakmanın yanlışlığını bilerek her iki tarafın da savunduklarını paylaşmak istiyorum ki aksi çok yakışıksız olur. Kuledibi sakinleri huzurlarının bozulduğundan, gürültü yüzünden gece boyunca uyuyamadıklarından, bazı kendini bilmezlerin apartmanların bahçelerinde ve açık buldukları giriş kapılarının içlerinde bazen tuvalet ihtiyaçlarını giderdikleri, bazen de işi azıtarak cinsel ilişkide dahi bulunduklarını ve bunun kabul edilemez bir durum olduğunu savunuyorlar ki kesinlikle haksız olduklarını düşünmüyorum.

Yıllardır İstanbul’da yaşarım, açıkçası Galata Kuledibinde ilk kez on gün kadar önce oturup arkadaşlarımla bir kaç yudum içki içtim. Ortamın samimiyetini görüp o kadar beğenmiştim ki geçtiğimiz cuma akşamı bir arkadaşımla birlikte yine oraya gittik. Yukarıda belirttiğim gibi önce grup ile polisler arasında geçen o konuşma ve ardından polisin alandan ayrılması. Her şey güzel, banklardan biri de boşalmış mis gibi yeri de kapmış sohbetimize devam ediyorduk… Bir de ne görelim? İçki içen grubun içinden kendini bilmez iki kişi birbirleriyle önce dalaşıp ardından kavga etmeye başladılar. Bu yazıyı esas yazma nedenim olan polisin o an ne yaptığına değinmek istiyorum şimdi de sizlere. Kavga çıktı dedim fakat sadece iki kişi kavga ediyordu, yeteri kadar büyük bir kavga değildi ve polis bu yüzden müdahale etmedi. Sanki gerginliğin büyümesini bir fırsat gibi sayıp, alanı boşaltmalarına sebep olacak bir vesileymiş gibi gördüklerine şüphem hiç ama hiç yok. Bildiğim kadarıyla polisin görevi insanların can ve mal güvenliğini sağlamaktır değil mi? Amaçlarına uygun bir şekilde bir kavganın büyümesini bekleyerek tüm meydanı boşaltma çabası bildiğim kadarıyla polislik vazifelerinden her hangi biri değil…

Ardından istedikleri oldu tabi, hem kalabalık dağılmaya ve alanı terketmeye başladı hem de kavga eden grubun hacmi biraz daha arttı ya da artmış gibi görünmeye başladı, birden Türk Polisi’nin aklı başına geldi ve ‘Evet arkadaşlar alanı boşaltıyoruz’ nidalarıyla bir anda aramıza daldılar. Burada fiziksel bir saldırıdan bahsetmiyorum ve ayrıca polis tarafından yapılmış fiziksel bir müdahaleye uğramadığım gibi uğrayanı da göremediğimi belirtmek isterim…

Meydanın içinde dahi olmayıp kenarda her yurttaşın vergi vererek hakettiği ‘açık alanlarda bulunan banklara oturmak’ hakkından yararlanmamıza polis müdahale etti ve emir gereği alanı boşaltmak zorunda olduklarını söyleyerek bizleri de alandan çıkarmak istediler. Tabi ki serserilik yapıp polisin üzerine yürüyecek halimiz yoktu ve alanı terkedeceğimizi fakat bu yaptıklarının mantıklı bir iş olmadığını anlatmaya çalışıyordum ki uzun cümleleri yorumlama güçlüğü çektiğini anladığım zavallı bir polis memuru bana amiyane tabirle ‘kışkış’ çekti. Dişlerimi gösterince de ‘‘Peki buyrun beyefendi’ye’’ çevirdi hitap şeklini fakat samimiyetsizliği sinsi suratından rahatlıkla anlaşılabiliyordu…

Toplumumuzda genellikle yaşanan bir durumdur ‘Pire için yorgan yakmak.’ Ne yazık ki Beyoğlu bölgesinde pire için yorgan yakılıyor son zamanlarda. İlk olarak Asmalımescid bölgesinde başlayan ve alkollü içki servisi yapan mekanları hedef alan operasyonlar, ardından tüm Beyoğlu’na ve bugün öğrendiğim kadarıyla Ankara’daki bazı bölgelere de sıçramış durumda. Tekrar ediyorum, sözünü ettiğimiz bölgelerde yaşayan insanların doğal haklarının gaspedilmesine kimse göz yummamalı; okuduğum kadarıyla Asmalımescid bölgesinin şimdiki kadar popüler bir eğlence merkezi olmadığı yıllarda burada bir sanat atölyesi açan Apartman Projesi’nin son bir kaç yıldır sergi açmasına komşu mekan tarafından engel olunuyor ve atölye yöneticileri tehdit edilerek vazgeçirilmeye çalışılıyormuş. Her fırsatta savunduğumuz ‘Hukuk Devleti’ ise ne yazık ki bu duruma çare olamamış ve duruma seyirci kalmıştır. Çıkıp da hiç bir yetkili kurum ya da kişi bu mafya bozuntusu insanlara patronun kim gösterememiştir…

Diyorum ya her iki tarafın da haklı nedenleri var ve orta yol bulunamayacak gibi değil bence. Bu yapılanları, her gün değerlerine saldırıda bulununlan bir kesimin mensubu ya da yakın bir izleyicisi olarak görmekle birlikte, haklı nedenlerinin de olduğunu görmenin ve bu nedenleri meydana getiren hukuksuzluğun, düzensizliğin savunucusu olmaktan imtina etmenin gerekliliğinin altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum. Asıl amacım polisin tutumunu sizlere göstermek ve polis bu işe el atmasa da taraflar aralarında anlaşarak bu sorunu halletse demektir, başka bir şey değil. Bu arada geçtiğimiz aylarda Tophane’de bir sanat sergisi açılışında içki içiliyor gerekçesiyle yapılan eli sopalı rezil saldırının bir benzerinin de Galata Kulesi çevresinde oturup, içki içip şarkı söyleyen kesime karşı da aynı şekilde planlandığı gibi duyumlar alıyorum, herkes dikkatli olmalı…

Değinmeden bu yazıyı bitirmek istemediğim bir konu da şu: Efendim bu bölgelerdeki emlak fiyatları seneler önce pek de yüksek değildi ve özellikle Asmalımescid civarında, şimdi kötü çocuk ilan edilerek hadleri bildirilmek istenen mekan sahiplerinin yaptıkları yatırımlarla oralara çektikleri insanlar sayesinde odak merkezi olan bu bölgedeki güncel emlak fiyatlarının geçirdiği evrime de dikkat edelim. Hem ‘yok paraya’ aldığımız yerlerin değerlerini her geçen gün katlamasını görüp avuçlarımızı ovuşturacağız, hem de artık bu eğlence mekanlarının buralarda yerlerinin olmadığını savunacağız… Hiç de inandırıcı olmuyoruz değil mi? Zira Londra’da Soho ve özellikle Dublin’de Temple Bar bölgesini bilen biri olarak buralarda yaşayan insanların – ki hemen hemen tüm mekanlar hotel, hostel, bar ve gece kulübü olmuş, mesken izni verilmiyor artık bu bölgelerde- kalabalığın yaptığı taşkınlıklara alışmış ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalışan insanlar olduklarını belirtmek istiyorum. Ayrıca Asmalımescid’de de mesken izni verilmiyor fakat bu durum insanların home-ofislerde yaşamasını da engellemez değil mi?
Yazımı, her geçen gün kendisine verilen ‘Devrim Muhafızlığı’ görevini şiddetini arttırarak ifa eden Türk Polisine mesaj vererek bitirmek istiyorum. Ey Türk Polisi! Korumakla mükellef olduğun halkı kendinden nefret ettirerek, sağduyudan uzak verdiğin kararlarla derebeyliğini ilan etmek senin görevin değildir ve bunlara karşı bizleri korumak senin en temel vazifendir.
Uzun yazarak sizleri sıkmış olabilirim, bunun için özür dilerim fakat durum birkaç satır ile geçiştirilebilecek noktayı çoktan aşmıştı.

Sevgi ve saygılarımla.

16 Ağu 2011

Unutmak Üzerine Düşünceler



Selam siz sevgili esirlerim. Esir aldım sizi kaçamazsınız benden. Hatta benim olacaksınııığz! Öhö öhö, sakin ol taygır, titre ve kendine gel lütfen. Kendine gel zira bugün ciddi bir şeyler yazmak üzeresin.

Doğru, her ne kadar blogumda taygır, balkonda bir recebivedik, ara holde sırtlan, mutfakta kamlumpağa olsam da bugün hafiften İbrahim Erkal tadında ‘Unutulanlar Unutanları Asla Unutmazlar’ geyiğine küçük ama dikkat çekici bir katkı sunmaktan kendimi alıkoyamayacağım. Ay gözünü sevdiğimin Türkçesi, sen ne güzel bir dilsin öyle yahu!

Geçen gece rüyamda Sezen Cumhur Önal’ı gördüm tüm günüm böyle ağdalı bir Türkçe kullanma çalışmalarıyla geçti. Hatta deniz otobüsünden indiğimi bir kaç yüz metre öteden görüp pusuya yatan, müthiş şekerlikte yanaklara sahip GreenPeace’çiye dahi yapacaktım bunu fakat hatun benlen ilgilenmiyor ki arkadaş, direk cebimle ilgileniyor. Olmaz bebeğim olmaz, ilgi budalasıyım ben. Hem ergenim de daha. 24 yaşından sonra girilen bir ergenlik bu, anlatırım sonra… Bu arada sevgili blogum, ben neden yol üstü insanlarla konuşurken çok sevecen, çok şeker, insanların sürekli söylediğine güldüğü bir insan olabiliyorum da günlük hayatımdaki diğer insanlara karşı bir Polat Alemdar, ne bileyim bir Tony Montana oluyorum yani? Bana bunun cevabını verebilir misin blog? Susma konuş blog!

Bu yazıyı okuma ihtimalini zayıf gördüğüm bir arkadaşım yazının ilham kaynağıdır ve ödülünü bilahare alacaktır hiç şüpheniz olmasın. Bu güzel insan sevgilisinden ayrıldı filan, biliyorum ki üzgün. Unutmaya çalışıyor, dönüp duruyor sonra bir bakıyor. Nayn. Hala unutamamış. Çözüm bende bacıııım, Kosla kullan.. ee şey pardon hatlar karıştı; neden unutmaya çalışıyorsun a benim güzel arkadaşım, a benim değerli İstanbullum? Bak bu nasihatleri veriyorum size ama siz de 2022 yerel seçimlerinde belediye başkanlığı alanına nah böyle at nalı gibi Fırat Tuncer pusulası basacaksınız yoksa karışmam, tüm istek öneri ve şikayetlerimi geri çekerim, g.t gibi kalırsınız ortada benden söylemesi.

Ayrılıklar da sevdaya dahil değil miydi? Hoşlandık, sevdik… Yeri geldi gereğinden fazla ilgiyle boğduk; yeri geldi şımarttık, yeri geldi kırdığımız kalbini mesafe tanımaksızın toparlamaya çalıştık. Hele bir de bunun üzerine sevilmişsek yeme de yanında yat, öyle değil mi? 3 ay, 5 ay, 10 ay… Neyse ve ne kadar zamansa işte. Sonra bir şeyler oldu, daha doğrusu artık bir şeyler olmamaya başladı ve gitgide birbirinizden uzaklaştınız. Bir iki toparlama, yeniden denemelere karşın olmadı ve ayrıldınız… Artık hep eski günleri özlüyor, eskiden birlikte yaptıklarınızı aklına getiriyorsun ve sonra da artık bunları düşünmemem, unutmam gerek diyorsun. Kusura bakma ama asıl hatayı burada yapıyorsun işte. Unutuyoruz da bebeğim, niye niyee?

İnsan, hayatında, hayatının geri kalanını ya da hayatında belli bir süreyi birlikte geçirmek isteyeceği kadar değerli gördüğü pek fazla insanla karşılaşmaz. Karşılaşmadığı gibi her zaman da işler düzgün gitmez ve karşılaştıkları kişilerle paylaştıkları da bir birlikteliğe dönüşmez; bak sen ne kadar şanslıymışsın ki değerlerini paylaşabileceğin biri olmuş hayatında… Evet artık yok, sana acı veren bu ama bir de şu yanından bak olaya, daha doğrusu benim gibi bak, belki bu farklı bakış açısı bir yerde işine yarar… Ben hayatımdan çıkan hiç kimseyi unutmam. Unutmaya çalışmam da…

Niye artık hayatımda olmayan biri için vakit harcayıp unutmaya çalışayım? Ayrıca zaten sen onu unutmaya çalıştıkça zihnine daha da kazınmaz mı bu kişi? E peki sen nasıl yapıyorsun bu işi sayın müthiş frtncr™ diye mi sordun? Çok basit: İnsanları öldürüyorum. Öhö öhö, aman yanlış anlaşılma olmasın... ‘Haydi bana eyvallaaah’ diye sesler duyar gibiyim, dönün olm iki dakika dinleyin beni litfen!

Ardımızda bıraktıklarımızı geriye dönüp baktığımızda kötü olarak anmak, onlara verdiğimiz ve kullanamadıkları bu şans gibi bir tanesinin daha verilmesini engeller biz de rahat rahat yeni yelkenlere ufuk açarız değil mi? Yek yea! Salak! Uyan uyan, balık kavağa çıktı. Ne demiş şair? Prolinden zengin polipeptid. Yersen artık ne yapayım? Al işte nasıl yaptığımı öğren; ardında bıraktığı ya da artık hayatında olmasını istemediği kişileri ölü kabul etme yoluna gidiyor frtncr™. Bu sayede onlarla ilgili güzel anılarımı hiç bir zaman silmiyor, kendilerini de tarihin karanlık sayfalarına hapsetmiyorum. Ha yolda görürsem de hortlak görmüş gibi bir tavır takınmıyorum, sanki hiç tanışmamışız gibi geçip gidiyorum… Bu yüzdendir sık sık ‘Ardımda çok ölü var’ deyişim.

Böylece tüm güzellikler bana kalırken, tüm kibir, nefret ve terbiye yoksunluğu karşı tarafa kalıyor. Canım istediğinde en güzel anılarımızı çıkarıyorum orta yere, bakıyorum, gülüyorum, eğleniyorum… Bazen gözlerim yaşarıyor, ah keşke şimdi yanımda olabilseydin diyorum… Bu kadar. Daha ileriye gitmiyor bu durum. Yaşıyorum ve bitiyor… Sonra da bir dahaki sefere yerinden çıkarılmak üzere saklanacak en güzel yere gönderiyorum onları. Biliyorum, onlar benimle güzel; belki de hiç olmadıkları kadar…

Not: Arkada bırakılanlar eski sevgili olmak zorunda değildir, zamanında dünyalar kadar sevdiğiniz fakat şartlar yüzünden yollarınızı ayırmak zorunda olduğunuz bir arkadaşınız da olur. O yine de sizinledir fakat bilinmez, duyulmaz…

Ben bu geceyi çok sevdim dostlar. Hadi bir de bu şarkıyı dinleyin benim için…

Asu Maralman - Bağrı Yanık Dostlara

11 Ağu 2011

Selam Ben Beyin. E Artık Yersen



‘Merhaba Dünya’.
Yazıya böyle saçma bir giriş yapma sebebim ile başlıyorum laf kalabalığıma. Efendim şimdi biz çakma yazılımcıların her yeni bir programlama dili öğrenme çalışmaları bu cümleyle başlar. Cavırcası bunun ‘Hello World’ oluyor tabi. Yani ekranımızda ya da bizim deyişimizle konsolda Hello World yazıyorsa bilin ki konfigürasyon düzgün yapılmıştır, öğrenme çabalarınıza başlayabilirsiniz. ‘Ben İrlandadayken’… Sen nerdeyken nerdeyken diye sormayın artık, tanışmış olduğumuzu zannediyorum…
Bir programlama dersinde sevgili hocamız Mike bize böyle bir istekle geldi. Sonrasında da sırayla herkesin masasına gidip control etti. Bir yanda Çinliler efendim bir diğer yanda İrlandalılar filan darken, hepsine ‘well done well done’ diye diye gelirken artık sıra benim masamdaydı. ‘Hacı naptın’ dedim önce ama tabi anlamadı arkadaş. Anlatmam gerekirse ben bu herifin dersinde sene boyunca bir bok öğrenmedim babam afedersin. Erasmusçuyuz ya, adımız çıkmış bir kere alemciye, her derste yapılması gerekenleri anlatır sonra sınıftaki benim gibi Erasmus öğrencilerini etrafına toplar ve ‘pub’da bir hatunu sevgilisinin yanındayken nasıl tavlarsınız’ adını verebileceğimiz sonu gelmeyen konuşmalarına başlardı. İşte bu adam geldi masama ve Hello World yazısını görmeyi beklerken ‘Would you like to destroy the World y/n’ yazısını gördü. ‘Hacı ne ayaksın sen yea’ bakışı attı bana ve hemen ardından o ‘Allahtan müslüman değilsin, yoksa seni terrorist sanacaağdık ortağm’ bakışı geldi. Dedim ‘hoca korkmaa, olay bende’. Bu bir konuşma değildir. Baktık ve anladık Mike kankamla birbirimizi…
Bu yazının ana konusu aslında yeni buluşum olan(yerseniz) bir matematiksel sabit ile ilgili olmalıydı. Sabitin adı ‘Bahçeli Sabiti’ tıpkı Pi Sayısı gibi, Altın Oran gibi. Ne yaparsan yap sonuç kırh(40) çıkıyor ve bulurken içerisinde ‘kaldı mı dohuuuz’ cümlesi kullanılmadan bu canımız ciğerimiz sayıya ulaşılamıyor.
Dedim bilim çevrelerine filan bir yazı yazayım bu işi Yunanlılar kapmasın zira efendim Yunan Adalarında bizim Çoban Salatası Greek Salad olmuş da haberimiz bile yok. Ardından matematik çevrelerine konuyu nasıl açayım diye düşünmeye başladım ve sonunda şu mantıklı sonuca ulaştım. Sonuç: Lan oğlum ben manyak mıyım? Ondan sonra üzerime kalacak filan bu kırh. Aman aman, hemen yere yattım ölü taklidi yapmaya başladım. Daha da uğraşmam…
Hayaller tükenmez bizde ya işte bugünkü hayalim. Hatta hayalim dört kelime, o da şöyle: Azalarak bit Hilal Cebeci…
Bugün bazı insan türleri üzerine araştırma yaptım efendim, sizzler için gecemi gündüzüme katıp araştırma yapıyorum, öyle boş beleş yazılar yazmıyorum buraya. Lütfen yani! Sonuçlarına ulaştığım grup ‘Ay İtalyan erkekleri çok çekici değil mi Cansuaaa’ diyen kız modeli. Bu grup yer yer düzenli ilişki yaşayabilen tipler olmakla birlikte onları sevmelerin en güzeli uzaktan sevmektir canlarım bana güvenin. Sevin ama fazla yaklaşmayın. Kabuklu yemiş de atmayın pliz sonuçta onlar da birer insan! Şimdi aşağıda okuyacağınız diyalog bu oluşum sürecini tüm çıplaklığıyla gözlerinizin önüne serecek fakat öncelikle ekran başında çoluk çocuk filan varsa alın efendim pistten çocuklarınızı. Ne diyom panpa ben yea?

- Fıraaat ben senden hoşlanıyorum galibaaa. Hadi bir şey söyle.
+ Ehi ehi, ne desem ki, ne güzel sözler bunlar. Meali: ‘Ya kıçımın kenarı ben sana mı kaldım afedersin?’
- Hatta sanırım hoşlanmayı da geçtim, seni seviyorum.
(Burada artık söyleyeceğim bir şey yoktur. O yüzden meal veremiyorum.)
- Konuşsana hiç mi bir şey hissetmiyorsun, ne kadar kalpsizsin. (Evet arkadaşın varlığından bile haberimiz yokken böyle bir diyalog bizi olsa olsa…)
+ ybsg. (Demeye zorluyor.)
Akşamına attığı tweet: ‘İtalyan erkeklerine bayılıyoruaaam’
Bak şimdi ablacım, adama bir kere sorarlar kaç tane İtalyan erkeğiylen tanıştın diye. Hadi neyse ben sormuyorum… Ama şu hayatta senin oluşum sürecine katkım olduğu için açıkçası kendimden de yeterli ölçüde tiksiniyorum. En az Hilal Cebeci kadar azalarak bit yani, rica bile ediyorum bunu senden.
Final paragraflarında genelde ben birilerine çemkiririm ama bu sefer bir önceki paragrafta yaptık bunu, o zaman bu paragrafımızda tam tersini yapalım. Sizce de hem sosyoloji okuyup, hem sarışın, hem akıllı uslu, mantıklı, şeker mi şeker, fikirlerine değer verilesi bir insanla karşılaşınca ona bir anda duyduğunuz ilgiyi göstermek güzel bir davranış değil mi? Evet bence de öyle zaten. Hehehe. Öperim diye de bitirmiyorum artık zira hoş değil. Esen kalın efendim.

9 Ağu 2011

Bloguma, My Lonely and Beautiful Blog



Sen henüz yoktun o zamanlar ve ben sefil bir öğrenci olarak Co.Westmeath sınırları içinde senin adın ne olsunun kavgalarını yapıyordum kendimle. Edebiyata bulaşacak değilim zira adını hiç de düşünmedim sevgili blogum. Zaten İrlandadaydım ve her ortalama zekaya sahip insan gibi benim de aklıma ‘İçimizdeki İrlandalı’ olduğum geldi. Yani evet bu konuda yaratıcılıktan biraz ödün vermiş gibi sayabilirsin beni fakat hele gurban bi baksana bağa, nerem özgün?

Tüketim toplumunun çılgın bireyleriyiz, sabahları 7’de kalkıp hiç aklımız yokmuş gibi saatlerce süren çileden sonra birileri üzerimizden para kazansın, bizim de adımız ‘bize para kazandıran adam’ olsun diye afedersin yırtıyoruz bir taraflarımızı. Sonrasında yükselen yaşam standartları, pahalı oyuncaklar, satın alınan son model arabalar, bilmem kaçıncı sevgiliye alınan ‘sen sonum olacaksın’ kod adına sahip pahalı hediyeler, ev almalar filan… Eeeh sikerler ama!

Dünya gözüyle çıkıp insan istediği yere gidemeyecek, yalnızca kendisine verilen senede 1 haftalık izne bütün hayallerini sığdırmaya çalışacaksa ve bu adam Türk ise, skimsonik vize prosedürleriyle uğraşmak zorundaysa… Baba afedersin ama işerim ben öyle hayata.

Kıytırık bir öğrenciydim, çok fazla arkadaşım yoktu ki zaten İrlanda’ya gitme fikri biraz da bu nedenle çok çabuk vücut bulmuştu, sadece gitmek istediğim için gittim. Kaldım. Yaşadım. Veni, vidi, vici olmadı ama… Gittim gördüm unutamadım. İşte İrlanda öyle bir yer ve çekim alanına yakalanmak istemiyorsanız ziyaretinizi çok da uzatmamalısınız.

Kaç gece rüyalarımda eski arkadaşlarımla gördüm kendimi, eğlence, keyif… Bu rüyaların sonuncusunu görürken uyanmamayı bile dilemiştim. Demek ki tam uyku halinde değilmişim ki hatırlıyorum ama gerçekten uyanmamayı diledim. Cohen amcamın Hallelujah şarkısında dediği gibi tıpkı, ‘Baby I’ve been here before, I know this room and I’ve walk this floor’ dedim durdum rüyalarımda. Jessica bebeğimi görüyordum hemen her seferinde. Ah benim Fransızca öğrenme hevesimin melez sebebi, kim bilir nerelerdesin şimdi? Fakat arayıp da büyüyü bozmaya hiç niyetim yok pardon da…

Sen blogum, daha küçücük bir şeydin, ‘Irish Sayings’ isimli bir yazı yazmaya başlamıştım sana. Bitiremedim ben onu, korktum. Takıntılı olduğumu biliyorsun; sanki o yazı bitince İrlanda da bende bitecekmiş gibi korktum. O yazı hiç bir zaman bitmeyecek o yüzden.

Nerede ‘o kadar çok şeyle ilgilenme, bir tanesiyle ilgilen ama en iyisi ol’ diyen biri görsem aha da kapitalizmin uşağı derim ben. 'Bayram değil seyran değil şimdi eniştem beni neden öptü' misali ne alaka evladım bu komünist lafları? Doğru ya da yanlış çok da umrumda değil de ne demektir ‘hem tarih, hem politika, hem fotoğraf, hem yazmak, bir yandan içinde olduğun yazılım mühendisliği, bence sen ne yapmak istediğine karar verememişsin’? Ne olalım yani? Bir alanda en iyi olalım iyi güzel de neye gore en iyi canım kardeşim? Sen işini iyi yap, en iyilik senin belirleyebileceğin bir kalıp değildir ki zaten.

Uğraştığım alanların hiçbirisinde en iyi değilim ki bazılarında iyi bile değilim. Bu belki yeteri zamanı ayıramamamdan, gerekli ilhamı henüz yakalayamamamdan filan kaynaklanıyor; ama bildiğim tek şey var, yaptığım her şeyi sevdiğim için yapıyorum. En iyilik bize tüketim toplumunun dayattığı bir yalan sadece. Eğer sen patronun 24 metrelik tekne alması için gece gündüz çalışıyorsan kusura bakma ama babacım, sen bir hiçsin ve bir sonraki adımda tüketilenin sen olacağı gerçeği her geçen gün daha da belirginleşiyor. ‘Hizmetleriniz için teşekkür ederiz Hiç Bey, patronumuz sayenizde sizin hayatınız boyunca yanından bile geçemeyeceğiniz o meşhur teknesiyle Ege ve Akdeniz turunda şu an’.

Bir blog diyorum, bir tüketim çılgınlığı diyorum değil mi? Aslında ben de bazı şeyleri çözemedim kendimde, şöyle ki 'sevdiğim bazı uğraşlar eğer bu kadar popüler olmasalardı yine de onlarla uğraşır mıydım?' bunların başlıcalarından mesela. Yalnız adam olmak, bağlanmaktan köşe bucak kaçmak da revaçta, bu da mı o yüzden bana yapıştı kaldı? Yoksa etrafımda buna değecek insan mı yok veya ben mi farkına varamıyorum? Bence etrafımda onlardan hiç yok zira ilk fırsatta korkup kaçanlara bağlanmaktansa raketlerime bağlanmayı, fotoğraf makineme bağlanmayı daha mantıklı görüyorum, kimse kusura bakmasın.

Bunların hepsini aklıma getirip yazmama sebep olan şey ise bir anda google’da yaptığım ve zeka gerektirmeyen, daha doğrusu zeka yoksunluğu gerektiren bir hareket yüzünden blog’umu kaybetme eşiğine gelmemdir. İtiraf ediyorum epeyce tırstım. Neyse ki yine bu durumdan google amca sayesinde kurtulduk. Çok yaşa google!

Sözüm sana tüketim çılgınlığı, beni iyi dinle! Benden uzak dur. Bir zamanlar farklı olmayı sürekli farklı limanlarda dolaşmak olarak gören ben artık sabit durmaya karar verdim. Eskilerden bir çok kişi, bir çok anı artık umurumda bile değil. Senden isteğim, beni tüketme.

Son söz de bloguma. Senin isim baban kart entelektüel Hıncal’dır yavrum, başkalarına kanma. Dedik ya ortalama zeka işte. Hade muck. Yat zıbar artık.

6 Ağu 2011

Kardeşim Rıfkı

Şu anda birileri bir yerlerde çok mutlu.
Ve ben de sırf o mutlu olduğu için buralarda mutlu..
Dağ ile kendisine küsen tavşanın hikayesi gibi tıpkı.
Bu halime en çok gülen de İngiliz asili üvey kardeşim Rıfkı.
Allah belanı versin Rıfkı.
Geber emi Rıfkı.

4 Ağu 2011

I Love Düz Hesap



Halk arasında Düz Hesap olarak adlandırılan durumlar genelde bir kişinin, oluşan koşullar üzerine kabataslak ve gerçek sonuçla çok da ilişkili olmayan sonuç öngörülerinde bulunması durumudur. Kağıt kalem almak zor gelir, tahminde bulunuruz filan. Mesela ben Fenerbahçe hisseleri hepimizin bildiği operasyonun yapıldığı haftadan sonra ilk güne %20 artışla başlar demiştim, %19.8 arttı. (Çoğ üzülüyom ben kendime yea.)

Yine böyle düz hesap yapasımın geldiği anlardan birinde aklıma ne gelse ne gelse de bir düz hesap faciasına daha imzamı atsam diye düşünürken ilk anda kafamda öncelikle beliren her ne hikmetse Kürşad ve 40 Çerisi oldu. Bilmeyenleriniz için söylüyorum, Kürşad ikinci Göktürk Devletinin kurulmasına kadar uzanan yolda ilk taşları döşeyenlerden biridir ve hikayesi kimse kusura bakmasın ama doğruluğundan çok şüpheli olduğum kıçımın kenarı 300 Spartalı’nın hikayesini sker yani. Merak ettiyseniz biraz araştırın ve hakikati siz de öğrenin derim ben.

Düşünürken aklıma gelen ikinci olay da Hazar İmparatorluğu oldu. Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan ve tarihteki 16 eski Türk Devletini temsil eden yıldızlardan bir tanesinin temsil ettiği bir devlettir aynı zamanda. Bu devlet alıştığımız eski Türk Devlet yapısından biraz farklıdır, bilindiği gibi Türkler İslamiyet öncesi şaman geleneklerine dayalı bir inanç sistemine sahiplerdi ve İslamiyetin kabulüne kadar geçen sürede de böyle devam etti – diye biliyoruz. Burdaki farklılık Hazar İmparatorluğunun bir Yahudi-Türk Devleti oluşudur. Bazı kaynaklar yalnızca yönetici katının Yahudi dinine inandığı ve Musa’nın soyundan gelenler tarafından ‘aşağılık’ olarak kabul edilen bu insanların aslen Orta Avrupa’daki Aşkenaz nüfusunun temelini oluşturduğunu bile söyler. Bunu kanıtlayacak ne yetkinliğim ne de bilginliğim olmadığı için yalnızca size aktarmayı seçiyorum, dileyenler kaynakları araştırabilirler.

Alakasız şeyler geliyor dedim ya aklıma, sırada tarihe Vaka-i Hayriye olarak geçen Yeniçeri Ocağının kaldırılması sırasında olanlar var. II.Mahmud zamanında kaldırılan ocak, bilindiği gibi son zamanlarda fitne yuvası haline gelmiş, başta askerlik yapmaktan başka işi olmayan yeniçeriler son zamanlarında bir nevi derebeyi olmuşlardı. Neyse ki II.Mahmud önce yeniçerilerin katlinin vacip olduğunu belirten bir fetva çıkartmıştır Şeyhülislam’dan ve ardından sancağı çıkartarak dileğini gerçekleştirmiştir. Tabi bu ilk açıdan baktığımızda hayırlı olaydır lakin ardından geçen sürede istenmeyen olaylara, Osmanlı’nın askeri yetersizliği sonucu katlanılması neticesini de doğurmuştur.

Giricem lafa da bir türlü nerden başlayacağımı bilemedim. Birbiri ile alakasız fakat yine de aynı tarihin parçası olan örnekler de gösteriyor ki yüzyıllar öncesine dayanan ve her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da halen aslanlar gibi ayakta duran bir kültürümüz var. Bunları kafatasçı bir söylem olsun diye yazmıyorum ama kusura bakmasınlar da bu ülkede bir insanın Kürt olduğunu söylerken özgürlük savaşçısı, Türk olduğunu söylerken faşist olması salaklığına artık katlanamıyorum. Yüzyıllar boyu ayakta kalmış ve üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun ana tebası olan Türklerin kendi yurtlarında, kendi vatanlarında, kimliklerini utanarak söylemelerini amaçlayan bu sistemli propagandaya karşı farkındalık sınırlarımızı zorlamalı ve bununla birlikte, farklı kültürlere hoşgörülü ve eşit mesafede kalarak her kesimin de mutlu ve güvenli bir hayat sürmelerini, bu topraklarda barış türkülerinin söylenmesini amaçlamalıyız diye düşünüyorum. Yalnız bizimkisi o kan emicilerin ağızlarına doladıkları barıştan olmamalı.

Bize İrlanda örnekleriyle geliyorlar, efenim neymiş IRA silahları bırakmış ve işi Sinn Fein’e devretmiş, PKK da böyle yapsınmışmış. Bunların hepsi hikaye. Bir kere verilen örnekler külliyen hatalı. İrlandalıların Birleşik Krallık karşısında verdiği yüzyıllar süren mücadele ırk farkından ziyade mezhep farkından kaynaklanan, tamamı İrlandalıların vatanı olan adanın İngilizler tarafından işgal edilmesi ve bunu takiben yetişen her yeni nesil İrlandalının adalarını İngilizlerden temizleme hayaliyle geçirdikleri yıllar, savaşlar… Bu başkaldırıların en yakını ve en önemlilerinden bir tanesi 1916 yılındaki Paskalya başkaldırısıdır. Merak eden bunu da araştırabilir…

Diyeceğim o ki, tarihte 16 tane Türk Devleti kurulmuş ve çeşitli sebeplerden ötürü yıkılmış, son olarak 17.si kurulmuş. Şimdi birileri kalkmış bu ülkenin topraklarını ya da ülkenin direk yarısını istiyor diye yüzlerce yıllık tarihimizi, geçmişimizi bırakalım da anahtarı verip gidelim mi? Benim düz mantık yürütmeye meyilli mühendis kafam bunu algılayamadı, isterseniz Cem Özer beyefendiye danışalım, ne dersiniz?

1 Ağu 2011

Political View: Hilal Cebeci / Yorumların Kralı

Panpişime:

Çok önceleri tanımalıymışım seni panpişim şimdi daha iyi anlıyorum. Senden seneler once biz Tutti Frutti showlarında görüyorduk memeleri. Sen millet olarak bizi bu açlıktan kurtardın. Yeri geldi bir panpiş oldun bana, yeri geldi çok daha fazlası.

Çok önceleri tanımalıymışım seni panpişim şimdi daha iyi anlıyorum. Senden aylar once bloguma trafik yaratmak için yeniden Facebook’a dönmüştüm. Sen bir blogger olarak beni bu durumdan kurtardın. Gerçi yine bırakmam canım Facebook’u fakat blogumdaki emeğin gözardı edilemez. Boru değil, memelerinin altına blog adresimi girdim, Blogger panpişimin tıklanma sayacı kendini aştı.

Çok önceleri tanımalıymışım seni panpişim şimdi daha iyi anlıyorum. Senden önceleri arkadaşlarıma derdim ‘beni güzel kız arkaaşlarnızla tanıştırsanıza’ diye. Sen beni bu durumdan kurtardın. Artık bir mention yapıyorum seni twitter’da, budur yani.

Çok önceleri tanımalıymışım seni panpişim şimdi daha iyi anlıyorum. Senden önce bu saatlerde o haber kanalı senin bu haber kanalı benim, tartışma programlarıyla filan geçerdi hayatım. Sen beni o dünyadan çektin aldın. Komutanların istifalarıymış, küresel ısınmaymış, Fener küme düşüyormuş hiç birisi zerre önem arzetmiyor artık benim açımdan. Memişlerin yeter.

Velhasılıkelam derler bizim orada. Sen hep bizim hayatımızda kal panpişim, aksi durumda kim memelerini gösteriyor daha biz istemeden yahu?

II.Bölüm

Almanya acı vatanda hayatını tüm zorluklara karşın sürdürmekte olan Irkdaşımız, büyük sanatçı, milyonların gönüllerinde taht kurmuş gönül insanı Tolga kardeşimizin ‘Serkan is my girl’ klibini hepimiz izlemişizdir zaar. İzlemediyseniz izleyin kardeşlerim, izleyin panpişlerim. Gün bugündür. Çocukcağız bizlerin gönlünü hoş tutmak için beynelmilel bir prodüksiyona imza atmış, hakkını yersek olmaz. Bir kere şarkının sözleri bomba. ‘Serkan is my girl’



Bu videonun sıkça izlenilmeye başlamasının ardından ülkenin bazı yerlerinde, Almanya acı vatanın da hemen her köşesinde bu çocukla ilgili yorumlar yapıldı. Hatta yedinci sınıfta şımarık olduğum gerekçesiyle ailemi okula çağırıp ‘evinizde bir sorun mu var?’ sorusunu ebeveynlerime, hem de benim yanımda soran pedagojik bilinçten yoksun gerizekalı öğretmencesine bu soru da soruldu. Evinizde bir sorun mu var?





Oysa bu çocuğun hiç de bir sorunu yoktu. Esas sorun bizlerdeydi. Bakın bu güzel kardeşimizin o kadar uğraşıp, bizi kafiye bombardımanına tuttuğu bu parçanın altına yazılan yoruma? Ayıp ulan ayıp. Bu çocuğu da Yunanlılara kaptırmayalım, bir ışığımız daha sönmesin. Yoksa Atina sokaklarında ‘Stelyo is my girl’ şeklinde uyarlanmış hali gelir kulaklarımıza ve hayıflanır, hayata küseriz. ‘Serkan is our girl ulan!’. Hadi dağılın şimdi.

31 Tem 2011

Hayat Tercihlerde Gizlidir



Merhaba arkadaşlar. Bu yazıyı yazma amacım, seneler once başladığım üniversiteye giriş yolculuğunda, mezuniyetime kadar geçen sürede yaşadıklarım ya da yaşayamayıp bundan hayıflandığım konulardan bahsetmek. Biraz uzun soluklu bir yazı olabilir fakat bir zamanlar tıpkı sizler gibi dershane köşelerinde çözmek için zeka gerektirmeyen o malum sorularla boğuşarak geçirdim senelerimi. Bu da yetmedi ve ancak girdiğim üçüncü üniversite sınavında istediğim bölüme yerleşebildim.

Tembel bir öğrenciydim, bunu hiç bir zaman inkar etmedim. Başkaları deli gibi ders çalışırken ben biraz gezer biraz tozar, biraz da kitap okurdum. Lise hayatımın özetidir aslında bir önceki cümlem. Hiç bir zaman ailem tarafından bir başkasının çocuğuyla kıyaslanmadım ki benim için bir başkasının yaptığının önemli olmayışını onlar sayesinde öğrenmiştim. Tabi ki annemin arkadaşlarının çocuklarının yaptıkları netleri, çıkardıkları puanları ballandıra ballandıra anlatmaları kendisinde biraz burukluk yaratmıyor değildi, bunu hissedebiliyordum fakat koca lise hayatım boyunca toplasanız bir kaç tane sınava çalışmışımdır, hepsi bu kadar.

Çalışmadığım ilk seneki üniversite sınavı sonrası o zamanki arkadaşlarımın çoğu bir üniversiteye yerleşmişlerdi ve ben yetmişbin nüfuslu güzel memleketimde yapayalnız kalmıştım. Zaten üç yıl okuduğum okulumda, arada sırada bahçesinde basketbol oynamaya gittiğim okuldaki kadar arkadaşım yoktu, hiç olmamıştı. Sıkıcı ve aptalca olduğuna inandığım lise hayatım boyunca okuduğum kitaplar ve akşamları babamla yaptığımız konuşmalar dışında hiç bir şey öğrendiğimi düşünmedim ve halen de böyle düşünüyorum. Sıfır denebilecek bir lise hayatı. Neyse ki diğer okuldan arkadaşlarım çoktu, haftasonları dershanede ya da sinema salonlarında görüşüyor, bir haftanın sıkkınlığını onlarla buluşarak bir nebze olsun azaltabiliyordum.

İşte o ilk sınav sonrası hemen hepsi bir yerlere gitti. Ankara, İzmir, İstanbul… Fırat ise ders çalışmayı reddederek hayatını geçirdiği memleketinde kaldı. Ardından senelerce yapmayı unuttuğu ders çalışma işini deneyerek geçti bir kaç ayı. Halen nasıl ders çalışması gerektiğini tam olarak bilmiyor ve değişik yöntemler deniyor duruyordu. O zamanlar 45 matematik sorusu çıkardı bize sınavlarda ve ben 13 doğru 20 yanlış yapmıştım ikinci senemdeki ilk sınavda. Açı sorularının göz kararı çözülebileceğini filan düşünüyordum yani o kadar…

Sonra işte bir şey oldu. Herkesin hayatında olur. Kimisinin ki geç, kimisinin ki erken; ama olur. Sağı solu etrafı düşünmeden sadece kendiniz istediğiniz için bir şeyler yapmaya çabalamaya başlarsınız. Yaptım, oldu; mu acaba? Tabi ki hayır. O kadar senenin acısını bir senede çıkarmak pek mümkün değildi fakat artık kendime güvenim vardı. Nasıl çalışacağımı biliyor ona göre hareket ediyordum. İkinci yıl hedefim olan Yazılım Mühendisliği okuma hevesi senenin sonunda kendime olan güvenimle birlikte bende ‘Burslu Yazılım Mühendisliği’ okuyabileceğim fikrine dönüştü. İlk kez aileme yük olmamak için bir seçim yapmıştım ve sanırım bu konuda haklıymışım. Son sene Bahçeşehir Üniversitesi Yazılım Mühendisliğine ÖSYM burslusu olarak girdim... Evet her şey burada bitiyordu değil mi artık? Cool bir adı olan Yazılım Mühendisliği öğrencisiydim, seçilmiş kişi gibi bir şeydim. Üç yıllık süre zarfında onlarca sınava girmiştim ve sonunda bu bölüm. E artık onbindolar maaşım da garanti değil miydi? Siz bu kadar mal olmayın diye yazıyorum, değilmiş.

Üniversitede de ders seçmeye devam ettim. Bu kadar mal bir ders olmaz dediğim bir kaçı için çalışmayı bırakın, sınavları için kitap kapağı dahi kaldırmadım. Başlarda özel olduğuma kendimi inandırdığım bu gibi durumlarda hep o derslerden yüksek notlar alarak geçtiğimi gördüm. Ben mi özeldim? Yek yaa!

Okuldan ve İstanbul’dan fazlasıyla sıkıldığım bir gün Erasmus ofisine gittim. Seçtiğiniz okulun yurtdışı anlaşmalarını araştırmanızı tavsiye ediyorum. O gün verdiğim o karar beni hiç aklımda olmayan arkadaşlıklara, güzelliklere sahip olmaya kadar götürdü ve bu başta benim için yalnızca ‘derse de girmek istemiyorum, Erasmus ofisindeki güzel koordinatorle muhabbete gideyim’ tarzı saçma salak bir karadan ibaretti.

Üniversite hayatının ve arkadaşlığının ne olduğunu İrlanda’da öğrendim, bir olmanın, birlik olmanın. Bir ve birlik olmak için aynı dili konuşma gerekliliğinin olmayışını da orada öğrendim. Kendi dilimi konuşanlarla anlaşamazken o insanlarla pek de rahat anlaşabiliyor olduğumu gördüm, insan ilişkilerinde daha sevecen olmamı sağladı tabi bu durum.

Rüya gibi geçen bir senenin sonunda tekrar Bahçeşehir Üniversitesi’ne döndüğümde ise hakkaten bu okula hiç gelmemiş olmayı diledim. Yine bir facia hissi, aylarca sözde kendi okulum olan yere alışamama durumu filan. Bazen bir yere ait olmadığınızı düşünürsünüz ya, olmuştur bir çoğunuzda… Ben düşünmüyor, biliyordum artık. Yerim hiç bir zaman orası olmamıştı…

Bu yazıyı çok daha uzatabilirim, belki sıkılır bırakır belki de sonuna kadar okursunuz, bilemem fakat şunu söylemeliyim. Başkalarının yaptıkları beni ilgilendirmediği için yalnızca kendi hayatımdan örnek verebilirim sizlere…

Bugüne kadar ne istediysem yaptım. Bazen geç, bazen erken. Bazen doğru, bazen yanlış. Bazen yalnız, bazen birlikte… Ne yaptıysam yapmayı, olmayı istediğim için yaptım, annem ya da babam için değil. Sizlere tavsiyem, kendinizi bilin, tanıyın. Herkes bir mühendislik dalında okumak zorunda değil. Yeteneğiniz olduğuna inandığınız bir konu varsa eğer sıkı sıkı tutunun ona. Tutunun ki ilerde göreceksiniz bazen tutunabildiğiniz tek dalınızın o olduğunu. Bir de sevin. İnsanları sevin, kuşu sevin, böceği sevin ama sevin. Tüm varlığınızla sevin engellere aldırmaksızın. Böyle yaparsanız göreceksiniz, siz başarılı olmayacaksınız, başarı gelip sizi bulacak.

Hepinize hayatlarınızda başarılar arkadaşlar. Dediklerimi unutmayın. Kaybetmekten de sakın ama sakın korkmayın.

26 Tem 2011

Deniz Yıldızı Misali


Selam canlar, hep ben, yine ben, yeni ben. Size bugünkü sosyal yaşam maceralarımı aktaracağım yalnız bunları public place’te denemeyeceğinize söz vermelisiniz. Muck.

İyi kötü her insanın birisine ‘tipim değilsin xcaaaan’ demişliği vardır. Hayır ben bile dedim siz de demişsinizdir bence. Bu laf aslında ne anlama gelir kesinlikle hiç bir fikrim yok. Kendi ağzımdan çıkarken de anlam verememiştim zaten. Olm insanın ‘tipi’ mi olurmuş lan? Hayır, diyemedim işte çirkinsin, gülünce Veliefendi’de ıskartaya çıkarılmış sütçü beygirlerine benziyosun. Dedim bacım arkadaş olarak görüyorum ben seni, hem de tipim değilsin. İnsan insana demez be olm. Misal, ironik bir şekilde 24 yaşına gelip hala sevgilisi olmamış bir insan kurabiliyor bu cümleyi. Geri zekalının başkanı, sen tipi filan geç de git ‘Beyaz Atlı Prensimi Ararken Nasıl Yaya Kaldım’ isimli gerilim-korku dalında altın bok’a aday bi kitap yaz pliz.

Hatırlayanlarınız vardır, Bostancı’ya taşınmamın ardından geçen 2 aylık dönemde müthiş asosyal bir dönem geçirmiştim. Kimseyle tanışmadım, hatta o kadar ki şu kasiyer kurlarımdan hiç birisini bile yapmanın içimden gelmediği bir iki aydı. Kabus yani. O zamanki halim geldi aklıma bugün şirkete adımımı attığımda. Tanrım dedim, ne acı günlermiş. Sonra tabi fingers crossed… Bele umutsuuuz, hayalsiiiz geçen günlerdi benim için. Bu arada kasiyer, help desk ve hasta kabul flörtlerim hakkında nasıl yapıldığını öğrenmek isteyen arkadaşlar bana maille filan ulaşabilirler. Umut bağlamamaları kendi yararlarına olur zira onlara kocaman bir ‘NAAAAH!’ çekerim. Genlerimde var şekerim, hohohooo!

İş çıkışında bir şeyler yapmalıydım; insanlar mutsuz, insanlar umutsuz. Bir babyface’e ihtiyaçları vardı. Veee ben geldim. Dıpdıssdıpdıss. Sonunda kafama koyduğum şeyi yaptım. Hem tasarladım, hem de yaptım. Gene olsa bilmiyorum yaparmıyım fakat yaptım. Üç tane çirkin kız çocuğu seçtim iş çıkışı ve onlara bir beğeni belirtircesine gülümsedim. Beğendim mi peki? Nayn! Seçtiğim üçü de gayet hoş karşılayıp kendileri de nazik bir şekilde bana gülümsedi. Sonuç ne frtncr diyosunuz değil mi? Ne olmasını beklediğinizi bilmiyorum ama amacım tamamiyle, tanımadığım üç insanın akşamlarını beğenilme duygusunun getirdiği kendine güvenle geçirmelerini istedim. Hani şu deniz yıldızı misali, bak onun için değişti. Ben yaptım, siz de yapabilirsiniz. Hatta yapın lan, ne o mal mal önüne bakıp da yürümeler. Biraz sağı solu kesin yani, litfen. Her boku da ben öğretemem sizlere değil mi? Hadi ben kaçar, ömrümü sizlerin arasında geçirmiycem pek tabii ki. Parçası olduğum bir sosyal yaşantı, bir seçkinler kulübü var. Biz Beyaz Türklere hayat çok zor anacım bilemezsiniz yani. Hadi Öberim.Öbersin.Öbmez.

Yarın söz ciddi bir şeyler yazmayı düşünüyorum. Şikayete gelmeyin o yüzden.

22 Tem 2011

Blogumda Bir Terbiyesiz Var



İsmail Dümbüllü’yü bilirsiniz, ki eğer bilmiyorsanız kendisine büyük haksızlık ediyorsunuzdur, bir kaç dakikanızı ayırıp kim olduğuna en azından bir göz atın.

Zamanın birinde üstat yine bir gösteride performansını sergilerken birden suratının orta yerine bir ‘hıyar’ atılır. Ciddiyetini bir nebze olsun bozmayan Dümbüllü ‘Aa görüyor musunuz biri sahneye kartvizitini attı.’ der. Bizimkisi de o misal...

Uzun zaman önce karar vermiştim blog yazmaya ve bunda hiç bir kimsenin zerre kadar etkisi olmamıştır. Belirli bir konu üzerine mi yoksa serbest şekilde istediğim konuyu yazıp yazmama üzerine de uzun uzun düşünüp, kimsenin benden bir şeyler öğrenmek için çırpınmadığına ve aklıma ne geliyorsa spontane bir şekilde o konuyla ilgili yazmam gerektiğine kanaat getirdim. Okunan bir blog yazarı ile ‘sadece yazan’ bir blog yazarı olma arasındaki çizgiyi de göz önünde bulundurarak olası okunmama durumunu da göze aldım yazmaya başladığımda...

Zaman zaman hayatlarımıza insanlar girer, hoşlanırız, kimine aşık olur, kimisine de aşık olduğumuzu sanar ortalıklarda saf saf dolanırız. Tıpkı bu durum gibi, bazen bir bloğa ve yazarına dadanırız, çok güzel yazıyorsun deriz ki bu ve benzeri sözler okunmamayı göze alarak yalnızca içinden geçenleri bir yere aktarmak isteyen biri için fazlasıyla sevindiricidir, yazma isteğini arttırır. Fakat her zaman beğendiğimizden takip etmeyiz bir kişiyi ve blogunu. Belki kuyruk acımız vardır, kendisi siklenmemiştir filan ya da ne bileyim hakkaten kuyruk acısı vardır. Sizi okumaya başlar, ya da daha önceden başlamış olduğunu düşünürsek, okumaya devam ediyor diyebiliriz. Sonra durmaz, anonim olarak yorum yazmaya filan başlar ne bileyim. Daha uzatmak istemiyorum yazıyı.

Sen cinsiyetini ve kim olduğunu sallamadığım arkadaş. Benden o dediğin olmaz ama sen galiba kartvizitini düşürmüşsün. Öperim. Önüme de çıkma hiç acımam. 

Herkeslerden de özür dilerim.
From Denizotobüsü with Heartfull of Hate!

19 Tem 2011

Ağıt




Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
padişah bu acıyı duysaydı;
göz gece demez gündüz demez ağlardı,
gökler yıldızlara, güneşle, ayla
gece demez gündüz demez ağlardı.
padişah bakardı ününe,
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
gece demez gündüz demez ağlardı.

Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
uçan kuş avlanacağını bilseydi,
gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.

Zaloğlu bu zülmü görseydi,
ecel bu çığlığı duysaydı,
cellâdın yüreği olsaydı;
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
ecel bakardı kendine ağlardı,
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.

Kumru, başına geleceği duysaydı,
tabut, içine gireni bilseydi,
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
kumru selviden ayrılır ağlardı,
tabut omuzda giderken ağlardı
öküzler, beygirler, kediler ağlardı.

Ölüm acılarını gördü tatlı can,
koyuldu işte böyle ağlamaya.
Olanlar oldu, gitti dostum benim.
şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
öylesine topraklar altında kalmışım.
 
Mevlana Celaleddin Rumi

18 Tem 2011

Muhalif Günlüklerim Vol.1




Yazıma başlamadan evvel, muhalif nedir sorusunu sorduğum canım TDK’nın bana verdiği cevabı sizlerle paylaşıyorum. Evet itiraf ediyorum, TDK ile aramızda yakın bir ilişki ve çekim alanı oluştu son zamanlarda. Efenim ben soruyorum o cevap veriyo ben soruyorum o cevap veriyo. Hiç de soru sormuyo hani. Tam hayalimdeki kadın tipi. Ben sorayım o sormasın. Bi de az para harcatsın lan, pinti değilim ama yine de az harcatsın. İşte size tanım. Muhalif: ‘Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışta karşıolan, aykırıolan.

Yoksa bir yerlerden tanıdık mı geldi bu tanım. Evet evet bebeğim biliyorum aynı ben. Beni benden daha iyi tanıdığını zannediyorsun fakat, biraz daha çalışmalısın beni. Hohohoo.

Şimdi ben yine neye dellendim de yazdım değil mi? Ulus olarak soruya vereceğim olası cevaba kilitlenmiş ve birbirimize bu soruyu soruyoruz. Neden frtncr™ hea, neden? Sıkı durun şimdi, evde yaşlı, kalp hastası, hamile, yol yorgunu, IETT şöförü vb. varsa bir kaç saniyeliğine de olsa kendilerinden gözünüzü ayırmayın. Hadi tamam, sarışın hatun varsa da ayırmayın, sanki bakmıyosunuz zaten öküz gibi. Sizi gidi şerefsizler hehe. Cevap veriyorum: Senden ötürü!

Toplumsal algı nedir sorusunun da cevabını ben vereyim, ne de olsa bu yakınlaşma sürecinde kendisinden baya bir şeyler kaptım. Hatta artık imla kurallarına dahi uygun cümleler yazmaya çalışıyorum ve devrik cümlelerimi de azaltmaya başladım. Toplumsal algı toplumun ağzına yakışanı sıçtırtmasıdır aga. İşte ben de böyle bir terbiyesizim, pardon. TDK bu sözlerimi duymasın bu arada zira kendisi beni gayet de York Dükünün zengin ağzı düzgün, Ritcie Ritch tadında piçi sanıyor, façayı bozmayalım.

Toplum ne diyor ne? Muhalefet yok diyor değil mi? Isn’t it? Vay arkadaş, sanki toplum olarak muhalefetin ne bok olduğunu biliyoruz da... Kendini demokrasi havarisi ilan edip kendine yapılan en küçük eleştirileri dahi ağzı sinirden köpürmüş bir şekilde cevaplayan başvekil beyefendi en çarpıcı örnektir benim için. Öyle demokrasiden ben de istiyorum, gazı kaçmamışından olsun pliz!

Hayır iktidar partisini neden sevmediğim çok açık da, benim muhalefet partileriyle de sorunlarım var. Misal Baykal’ın kaseti çıkmış hepiniz kuyruklarda kasetini alırken efenim bendeniz henüz Irlanda’daydım. Gün sayıyordum Edirne’den yapacağım girişe. Plan şuydu, Edirne’den başlayan bir halk hareketiyle CHP’nin baş koltuğuna oturacaktım. Ne olduysa gelişimden iki gün önce oldu ve benim de kasetimi çıkardı okyanus ötesi güçler. Halen ABD’de kolej hayatına devam eden ve lakabı piç Orhan olan arkadaşım Orhan, anaokulunda yapılan ve şu an bile hatırlamadığım, kesinlikle montaj kokan, şahsımın Hakan Peker dansı yaparak ‘Hey corc versene borç, olmaz maykıl bende de yok...’ şeklinde saçma salak sözleri olan bu parçayı Kürdili Hicazkar makamından icra ederken çekilmiş görüntülerimi facebooka koydu. Neyse ki çoğunuz farketmediniz ama işte gören gördü ve bizim piç kurusu yapacağını yaptı. Boşuna daha anaokulunda isim babası olmamışım pezevengin.

Neyse, iktidar yürüyüşüm bununla sınırlı kalmayacak. Görüntüleri izinsiz şekilde kopyalayan piç Orhan’ın ve dolayısıyla benim son arkadaşım da ölene kadar ertelemek zorunda kalacağım da başka bir acı ayrıntı.

Daaa muhalefet diyordum değil mi ben? Ulan oğlum sen ne bilirsin muhalefeti? Sen git göt yala yavşak! Biz nasıl bilmezsek nasıl göt yalanır, sen de bilemezsin muhalefet nasıl olunur. Hadi gel ben sana söyleyeyim muhalefet nasıl olunurmuş. 15 sene önce meydanlardan çıkıp, ‘millet istedikten sonra tabi ki laiklik elden gidecek’ diyen bir siyasetçiden, şimdi demokrasi kadar olmasa da laiklik havarisi çıkaran bizlerden olur muhalefet. Hadi şimdi gidin de göt yalayın biraz daha, ihale kapın, bir numara makineyle alınmış bıyık bırakın.

Keser döner, sap döner, gün gelir tuğçe, ee şey pardon hesap döner. Siz çuvallarınızı doldurmaya devam edin. Biz biraz daha underground yapıcaz.

                                                                                                                    From Underground with <3

17 Tem 2011

Etme


Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme
 
Mevlana Celaleddin Rumi

15 Tem 2011

Konumu Çaldı Demesinler

Tam bir şeyler yazmaya başlamıştım ki haftalardır yazmak istediğim konu hakkında sonunda yazacak bazı elle tutulur düşünceler oluşmuştu aklımda, bir de ne göreyim? Konum elin angaralısı tarafından alınmış, yazılmış, bi kenara koyulmuş. Bu gecelik sormak istediğim tek soru şu öyleyse:

Hayat, üzülerek bir an bile geçirmek için fazlasıyla kısa değil mi?

12 Tem 2011

Fenerbahçesiz Bir Süper Lig İstemiyorum




Açık söylüyorum, bu yazıyı yazıp yazmama arasında bir hayli gidip geldim. Deniz kestanesinden biraz hallice bir vatandaş olarak benim de bu tarz olaylar üzerine yorum getirme hakkımın olduğundan yola çıkarak da yazmaya karar verdim...

Her ne kadar o kadar çok insan tarafından halktan kopuk oluşum dile getirilmiş olsa da, ben halkın arasından yetişmiş bir insanım arkadaş; ve biliyorum ki Türk Halkı futbola gereğinden fazla önem gösterir. Örnek vermek gerekirse, adamın işi kötü gidiyordur, futbola sığınır, eşiyle kavga eder, futbola sığınır, patronundan azar yer, futbola sığınır. Oh ne güzel iş değil mi? Sıkıntıdan sigara içtiğini iddia eden ergen gibidirler, tek sığınakları yeşil sahalardır. Tabii ki bunun doğal sonucu olarak da fanatik ve hatta holigandırlar. Bunu son günlerde yaşanan Türk Futbol camiasının senelerdir dile getirilen ‘temiz olmayışının’ bir sonucu olarak görülmesi gereken bir takım soruşturmalar, tutuklamalar, sorgulamalarına bakarak da pek rahat söyleyebiliriz.

Yıllardır Aziz Yıldırım’ın başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Spor Kulübü için maç bağlama, hakem satın alma başta olmak üzere bir takım yakıştırmalar yapılırdı. Bunun yanında Galatasaray Spor Kulübü için de şu 8-0’lık Ankaragücü maçı örnek verip durulur. Beşiktaş ve Trabzonspor için de buna benzer iddialar olduğuna göre, temiz değilsiniz hiç biriniz! Peki ama neden bugün? İzninizle bir kaç noktaya parmak basmak istiyorum.

Çok değil bundan yaklaşık 6 ay kadar önce Aziz Yıldırım, başkanlığı bırakması durumunda yerine gelecek kişiyi yani bir bakıma veliahtını açıklamıştı. Kimdi bu kişi? Mehmet Ali Aydınlar. Acıbadem Sağlık Grubu’nun sahibi, Fenerbahçe Kadın Voleybol takımının ana sponsoru ve son zamanlarda gördüğüm kadarıyla Türk Futbol Camiasının içerisine girmek için fazlaca beyefendi olan bu beyefendi, herhalde Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlığı sırasının yakın zamanda kendisine geleceğinden umudunu kesmiş olmalı ki, birden bire adeta tombaladan çıkar gibi kendisine teklif edilen Türkiye Futbol Federasyonu başkanlık görev teklifini hiç düşünmeden kabul ediyor ve ezici bir üstünlükle seçimlerde başkan olmaya hak kazanıyor... Zaten ne oluyorsa bundan sonra oluyor...

Mehmet Ali Aydınlar’ın başkanlık koltuğuna oturmasını takip eden bir kaç günün ertesinde birden hepimizin bildiği bu tutuklama dalgaları baş gösteriyor ve bu saatten sonra ben açıkçası Aziz Yıldırımın başkanlık yapacağından şüpheliyim. Tutuklama kararı çıkmasa dahi artık yeter deyip bir kenara çekilecektir. Peki o koltuk şimdi kime kalacak? Bana hiç sormayın, bu sorunun cevabı bende değil. Bu soruyu, tutuklama kararı öncesine göre birkaç günde %33 değer kaybeden FB Spor Kulübü hisselerini toplayıp, bugün %19’luk değer kazancından nemalanacak olanlara sorun. Ne yalan söyleyeyim ben de bir kaç kişiyi yüklü miktarda FB hissesi almaya ikna etmeye çalıştım ama pek riskli buldular bu planı. Sonuç: Eğer beni dinleyip dün yüzbinlira yatırmış olsalardı, bugün paraları yüzondokuz binlira olacaktı. Kaçan balık büyük olur canlar, ben size iyiliğimi yaptım bir kere...

Ee sona gelirken ne demek istiyorum yani? Bu işin arkasında iş var diyorum ve Ali Koç gibi üst düzey bir FB yöneticisinin ‘Fenerbahçe hangi ligdeyse Türkiye ligi orasıdır’ zırvalarına rağmen diyorum ki, iyi bir Galatasaraylı olarak, Fenerbahçesiz bir lig istemiyorum, eğer düşürülecekse, Galatasarayı da düşürsünler, Beşiktaşı da Trabzonu da... Ya da 5 yıl Avrupa Kupalarına gitme yasağı getirsinler kulüplere... Yoksa arkadaş bu yapılanlar herkese yol olur, yarın yapılacakların önüne hiç kimseler geçemez. Bu böyle biline!

Saygılar.