24 Oca 2012

Hepimiz Neyiz? Kimiz Biz?

Bir tarafta yüzlerce yıllık bir düşmanlıkla hiç düşünmeksizin söylenen, bir halkı incitici onur kırıcı söylemler ve sahipleri, diğer yanda kendi söküğünü dikemeyen terzi durumuna düşürülmek istenen bir devlet ve bir başka tarafta adalet isteyen insanlar. Azınlıklara verdiği değer tartışmalı olan ki yalnızca tehcirden bahsetmiyorum, Cumhuriyet döneminde Varlık Vergisi adı altında insanları canından bezdiren uygulamalar, 1934 Trakya olayları, 6-7 Eylül 1955 ayaklanmaları gibi olayların yaşanmış olduğu gerçeği aslında her seferinde 'Farklılıklarımız, zenginliğimiz' yalanına daha da sıkı bağlıyor düşmanca tavırlar besleyen grupları. Bizlerden 3 kuşak önce meydana gelmiş olaylar üzerinden siyasi rant elde etme çabalarına giren zavallıları ise doğal olarak çözüm yolunda dalkavukluk yapıp zaman geçirmeye çalışan soytarılardan başkasına benzetmiyor ve kendilerinden çözüm yolunda bir adım da beklemiyoruz.

Bugüne kadar okuduğum yazılardan, edindiğim bilgilerden, duyduğum söylentilerden yola çıkarak ben de bir şeyler söylemek istedim ve okuyan olursa ve okudukları sonucunda mantıklı bir fikir üretmelerine yardımım olacaksa ne mutlu bana.

Lafı dolandırmadan hepimizin malumu tarihteki Ermeni olaylarına hamasi edebiyatın çekici kollarına kendimi bırakmadan değinmek istiyorum. Olayların 40 yıl kadar öncesine gidelim.

Osmanlı İmparatorluğunu 93 Harbi'ne sürükleyen süreçte önce Kırım'ın kaybı ile birlikte yurtlarını kaybetmiş Müslümanların güneylerindeki Bulgar topluluklarına yakın bölgelerde iskan edilmesi ve bu iki grup arasında sık sık yaşanan ve çoğunun da ölümlerle sonuçlandığı hadiseler neticesinde Rusların desteğiyle Avrupa kamuoyunda Türklerin Bulgarlara karşı etnik temizlik uyguladığı yönünde çıkan haberler ki bu haberler görmezden gelinecek kişiler tarafından da ortaya atılmamaktadır, örnek vermek gerekirse Türkleri protesto eden bir çok makaleden ikisini hepimizin isimlerini gayet iyi bildiğimiz Charles Darwin ve Oscar Wilde kaleme almıştır, Avrupa'da Türkler aleyhine olumsuz bir rüzgarın esmesine sebebiyet vermişti.

Adeta bir dünya savaşı provası havasında geçen 93 Harbi ve sonrasında meydana gelen Balkan Savaşlarında Avrupa Türkiyesi topraklarının yüzölçümü bakımından %90'dan fazlası kaybedilmişti. Halk akın akın Anadolu'ya göç ediyordu... Yüzbinlercesi yollarda öldü, yüzbinlercesi de öldürüldü. Bin yıldır aynı topraklarda yaşadıklarını iddia edip de hiç bir yere çıkmamış olanların çektiklerini her fırsatta söyledikleri acılardan kat be kat büyüğünü çekmiş olduklarını her şekilde tartışabilirim Rumeli'den gelen insanlarımızın. Ataları Üsküp'ten Anadoluya göçmüş bir ailenin çocuğu olmaktan her zaman gurur duymakla birlikte, yüreğimin bir kenarını acıtır durur bu mazlum insanların yaşadığı zulüm, kayıplar...

Halk denen insanlar topluluğunu birbirine bağlayan acılardır, akıtılan gözyaşlarıdır. Kaybedilen her karış vatan toprağında insanımız her geçen gün birbirine kenetlenip gözyaşları döktü. Hatta bu halk, kaybedilen bir savaşın kaybedilen bir savunma mücadelesine bile kahramanlık destanları yazdı: Plevne Marşı.

Birçoğumuzun başlangıcı ile birlikte ilk iki kıtasını bildiği Plevne Marşı'nın devamı da vardır pek bilinmeyen. Marşın bir bölümünde;
'Olur mu böyle olur mu? Evlat babayı vurur mu?' denir. Burada evlat denenlerin 40bin civarında askerle Rusların yanında savaşa giren Rumenler olduğunu da belirtmek isterim. Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar derken buna bir de Rumenler eklenmişti ve sonuç dünya savaş tarihindeki en önemli savunmalardan biri sayılabilecek Plevne Savunma Savaşının kaybı olmuştu. Kaybedilmiş olması bu cesur askeri ve onun müthiş komutanı Osman Paşa'nın başarısını gölgelememeliydi ki zaten karşı tarafın 150binlik asker gücüne karşı eldeki 45bin kadar askerle 3 muharebenin hepsinden galip ayrılınmıştı fakat son muharebede Rumen kuvvetlerinin etkisiyle Plevne yitirildi. Bunu gören Osman Paşa kan dökülmemesi için teslim olarak 40bin kadar askerinin hayatta kalmasını sağlamıştı. Tabi sonra bu askerler Anadolu'ya doğru aç, susuz bir şekilde, nefretten köpürmüş, gözünü kan bürümüş Bulgarların arasından yürütülerek ölümlerine davetiye çıkarılmış ve ancak 10bin kadarı Anadolu'ya ulaşabilmişti...

Tarihte yaşanan tüm bu acı olaylar haklı ya da haksız olarak 'öteki' karşısında zamanla bir refleks oluşmasına sebep oldu. Açıkçası ben tehcir olayına bu pencereden bakıyorum. Bu kararı verenlerin dengesizce sabah kalkıp 'Acaba bugün kimi nereye sürsek?' gibi bir düşünce içerisinde olduklarını da zannetmiyorum. Yüzlerce yıllık acı tecrübelerin bir sonucudur bu acı karar.

Bunları yazmamdaki amaç kesinlikle çekilen acıların basit gösterilmesi veya değersizleştirilmesi değildir. Her millet gibi Ermeniler de acılar çekmişlerdir, gözyaşı dökmüşlerdir. Bu topraklar üzerinde yaşayıp da ataları zulüm görmeyen, baskı görmeyen kimler vardır? Aleviler, Ermeniler, Balkan Göçmenleri, Kürtler, Çerkezler... Anadolu Türklerini saymadık, peki onlar? Onlar en şanssızlarından zira yüzlerce yıl süren bir imparatorluğun çıkış noktası olup da yüzüne bakılmaması ayrıca acı bir durum.

Gelelim yavaş yavaş yazının sonlarına. Büyük devletler büyüklüklerini toplam yüzölçümleri ile kazanmazlar. Bilime, insanlığa değer vermenin yanında tarihlerinden ders alıp, onunla barışık olarak kazanırlar büyüklüklerini. Tarihimizde bir hata varsa onunla yüzleşmek bizi küçültmez, tersine yüceltir fakat bunun kararını verecek olan ne benim, ne Erivanlı Agop, ne de Fransız Michelle. Hele ki toplumlar arasındaki diyalog havasını yıkarak, dogmatik bir yapıyla dayatılan yasa ve kararlar hiç ama hiç değil...

Üzüldüğüm bir nokta da insanımızın bu konudaki bilgisizliği, yorumlama kabiliyetinin eksikliği, kısasa kısas temeline oturan adalet anlayışı. Bugün benim arkadaşlarım, gençlik, neyi neden savunduğunu bilmiyor salt bir duygusal mastürbasyon aracı olarak kullanıyorsa araştırmaksızın edindiklerini, burada bir tehlike durumu söz konusu demektir. Öğrenmeye niyetli olanlara elinden geldiğince yardımcı olmak görevi olanlar da bizlerden başkası değil, unutmayalım...

Bu yazı daha çok uzar gider fakat bu satırlara dahi kaç kişinin geleceğini bilmiyorum, gelenler için umarım sizlere farklı bir şeyler düşünmeniz için yardımcı olmuşumdur, gelmeyenlerin de canı sağolsun.

Yazıyı geçen gün ünlü bir yazarın kullanması ile hatırladığım Zapatist lider Subcomandante Marcos'tan yapacağım bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

CIA, hakkında eşcinsel olduğuna dair söylentiler ortaya atar ve Marcos cevap olarak şu yazıyı kaleme alır:
        "Marcos, San Fransisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysidro’da bir chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi ulusal üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, savunma bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi, ne müşterisi olan bir sanatçı... Bosna’da bir barışçı, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendika CTM’de grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı, ne okuyucusu olan bir yazar ve tabii güneydoğu meksika dağlarında bir zapatacı..."


1 Oca 2012

Baba Oluyorum




Bu yıl diğerlerine nazaran biraz daha ‘denişik’ geçecek galiba. Peki nereden vardım bu kanıya? Geliyorum sabırsızlanmayın!

Ben ki 5 yaşından 16 yaşına kadar gördüğü hemen her rüyada dünyayı kurtaran gizsiz özne, yılbaşı gecelerinde rüya görmeme geleneğini bozdum. Hohohooo, I. Geleneksel Yılbaşı Rüya Görme Şenliklerine hoşbuldum, hürmetler ederim.

Gençler, şimdi üç ihtimal var önümde ve bunlar beni epeyce ürküttü. İki farklı rüyada çocuk gördüm, biri Leprechaun arkadaşımın çocuğuydu, diğeri de otobüste anası tarafından sırf beğendim diye ‘Al senin olsun’ denilen yavrucak. Ne analar var, vay arkadaş! Bu üç ihtimali de sıralıyorum, ya baba oluyorum, ya baba oluyorum ya da babayı alıyorum. Üçü de birbirinden korkunç ve evet gözlerinizdeki dehşeti şu an ben de yaşıyorum. Leprechaun olayına girsem mi emin bile değilim...

‘Hele gurban de bize leprikon ne ola, yenir mi ki’ şeklindeki soruların gelmesini önlemek için de şu Vikipedi tanımını paylaşıyorum siz canım halkımla: ‘Leprikon İrlanda mitolojisinde İrlanda Adası'nda yaşadığına inanılan yeşil giyinen, ayakkabıcılıkla uğraşan küçük vücutlu cinler. İrlandalı mitoloji araştırmacılarının söylediklerine göre Kelt ırkı insanların İrlanda adasına ayak basmadan önce burası Leprikonların ortak yaşam alanıydı.’

Evet bence de bir şekilde bokunu çıkarmam gerekiyordu ve çıkardım, kızıl sakallı ve aslen Fransa’nın kuzey batısındaki Britany bölgesinden olduğuna beni inandıran arkadaşım, ikiz çocuk sahibi tipik bir leprikon. Fransız olduğuna nasıl inandırdı beni acaba? İlginç... Bele boyları küçük kızıl saçlı veletleri var işte. Gün geliyor bu veletlerden biri ölüyor ve benim talihsiz leprikon kardeşim diyor ki, ‘Ben bu acıyla yaşayamam, yavruma en iyi sen bakabilirsin, sana güveniyorum kardeşim’ deyip basıp gidiyor. Ulan allahsız, bana sordun da mı yaptın bu çocuğu? Hem bunun anası nerede? Adı ne lan bu piçin? gibi sorular büyük bir sır olarak da kalıyor. Uyanır uyanmaz ilk işim ‘Rüyada evlatlık çocuk almak’ yazmak oldu google’a. Ne yani ‘Rüyada bir leprikon’dan daha adını bile bilmediğim bi velet edinmek’ mı yazsaydım? Google’ın böyle bir soru karşısında bir daha bana inanıp güvenip, soylu kişiliğimin gereklerini yerine getirmek için öğrenmem gereken müthiş bilgileri sağlayacağını mı düşünüyordum? 

İkinci rüyada efendim İstanbul’un boktan bir yerinde, ki onlardan çok var ve ben anlamıyorum bu ‘İstanbul’a geleyim, orada okuyayım rerörerö’ diyen tipleri ve de uyuz oluyorum onlara, yavrum, ebleh suratlım, yarım akıllım, şu an olduğun yerde kalsana. Okşizen kalmadı burda valla bak. Gelme. Git. Bir de seninle uğraşmayalım filan yani. Neyse konudan sapmayalım, o boktan yerde boktan bir yeşil merso belediye otobüsündeyim, benim için boktan olmayan tek yeşil merso otobüs hattı 25T’dir ve kendisi seks otobüsü olmakla da ünlenmiştir, ayakta dururken ana bi baktım o da ne, kel kafalı, ağzından salyalar akıtan, mavi gözlü bir piç kurusu (yazar kişi sevimli çocuklara piç kurusu der, yanlış anlaşılmayalım, aman.) bana doğru bakıyor. Ben de çok severim şeker bebekleri (hay bin bebek!), aldım kucağıma üzerime salya akıtmasını izlemeye başladım bu hikayedeki piç kurusunun. Ben de bir yandan ebleh ebleh gülerken, ana, anası ne dese beğenirsiniz? ‘Çok yakıştı alın sizin olsun.’ ‘Kız yollu, yapıyon yapıyon çocukları sonra elin beybifeys adamlarının kollarına mı bırakıyon?’ diye soramadan bu rüya da bitti. Oldu mu sana iki çocuğum? İsimlerini bile bilmiyoruz. Devletten isterim ki çocuklarımııı, yavrılarımııı, aslanlarımııı bulsun, bağa geri getirsin. Rüya müya dinlemem skerim!

Rüya tabirlerinde evlat edinmenin ve bebek görmenin güzel bir habere, veya baba olacak olmaya işaret ettiğini görünce de tabi bi ferahladım gittim bi keyif sigarası filan yaktım. Boru mu lan baba oluyorum işte! Artık bütün ablalar, teyzeler, yengeler, çekim alanıma girmiş dişiler el birliğiyle bakıcaz bu çocuklara. Onlara sırt çevirmeyin, LÜTFEN!

Baba oluyoruuuaaaaaaammm babaaaaaaaaa! Hadi şimdi dağılın