Bir tarafta yüzlerce yıllık bir düşmanlıkla hiç düşünmeksizin söylenen, bir halkı incitici onur kırıcı söylemler ve sahipleri, diğer yanda kendi söküğünü dikemeyen terzi durumuna düşürülmek istenen bir devlet ve bir başka tarafta adalet isteyen insanlar. Azınlıklara verdiği değer tartışmalı olan ki yalnızca tehcirden bahsetmiyorum, Cumhuriyet döneminde Varlık Vergisi adı altında insanları canından bezdiren uygulamalar, 1934 Trakya olayları, 6-7 Eylül 1955 ayaklanmaları gibi olayların yaşanmış olduğu gerçeği aslında her seferinde 'Farklılıklarımız, zenginliğimiz' yalanına daha da sıkı bağlıyor düşmanca tavırlar besleyen grupları. Bizlerden 3 kuşak önce meydana gelmiş olaylar üzerinden siyasi rant elde etme çabalarına giren zavallıları ise doğal olarak çözüm yolunda dalkavukluk yapıp zaman geçirmeye çalışan soytarılardan başkasına benzetmiyor ve kendilerinden çözüm yolunda bir adım da beklemiyoruz.
Bugüne kadar okuduğum yazılardan, edindiğim bilgilerden, duyduğum söylentilerden yola çıkarak ben de bir şeyler söylemek istedim ve okuyan olursa ve okudukları sonucunda mantıklı bir fikir üretmelerine yardımım olacaksa ne mutlu bana.
Lafı dolandırmadan hepimizin malumu tarihteki Ermeni olaylarına hamasi edebiyatın çekici kollarına kendimi bırakmadan değinmek istiyorum. Olayların 40 yıl kadar öncesine gidelim.
Osmanlı İmparatorluğunu 93 Harbi'ne sürükleyen süreçte önce Kırım'ın kaybı ile birlikte yurtlarını kaybetmiş Müslümanların güneylerindeki Bulgar topluluklarına yakın bölgelerde iskan edilmesi ve bu iki grup arasında sık sık yaşanan ve çoğunun da ölümlerle sonuçlandığı hadiseler neticesinde Rusların desteğiyle Avrupa kamuoyunda Türklerin Bulgarlara karşı etnik temizlik uyguladığı yönünde çıkan haberler ki bu haberler görmezden gelinecek kişiler tarafından da ortaya atılmamaktadır, örnek vermek gerekirse Türkleri protesto eden bir çok makaleden ikisini hepimizin isimlerini gayet iyi bildiğimiz Charles Darwin ve Oscar Wilde kaleme almıştır, Avrupa'da Türkler aleyhine olumsuz bir rüzgarın esmesine sebebiyet vermişti.
Adeta bir dünya savaşı provası havasında geçen 93 Harbi ve sonrasında meydana gelen Balkan Savaşlarında Avrupa Türkiyesi topraklarının yüzölçümü bakımından %90'dan fazlası kaybedilmişti. Halk akın akın Anadolu'ya göç ediyordu... Yüzbinlercesi yollarda öldü, yüzbinlercesi de öldürüldü. Bin yıldır aynı topraklarda yaşadıklarını iddia edip de hiç bir yere çıkmamış olanların çektiklerini her fırsatta söyledikleri acılardan kat be kat büyüğünü çekmiş olduklarını her şekilde tartışabilirim Rumeli'den gelen insanlarımızın. Ataları Üsküp'ten Anadoluya göçmüş bir ailenin çocuğu olmaktan her zaman gurur duymakla birlikte, yüreğimin bir kenarını acıtır durur bu mazlum insanların yaşadığı zulüm, kayıplar...
Halk denen insanlar topluluğunu birbirine bağlayan acılardır, akıtılan gözyaşlarıdır. Kaybedilen her karış vatan toprağında insanımız her geçen gün birbirine kenetlenip gözyaşları döktü. Hatta bu halk, kaybedilen bir savaşın kaybedilen bir savunma mücadelesine bile kahramanlık destanları yazdı: Plevne Marşı.
Birçoğumuzun başlangıcı ile birlikte ilk iki kıtasını bildiği Plevne Marşı'nın devamı da vardır pek bilinmeyen. Marşın bir bölümünde;
'Olur mu böyle olur mu? Evlat babayı vurur mu?' denir. Burada evlat denenlerin 40bin civarında askerle Rusların yanında savaşa giren Rumenler olduğunu da belirtmek isterim. Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar derken buna bir de Rumenler eklenmişti ve sonuç dünya savaş tarihindeki en önemli savunmalardan biri sayılabilecek Plevne Savunma Savaşının kaybı olmuştu. Kaybedilmiş olması bu cesur askeri ve onun müthiş komutanı Osman Paşa'nın başarısını gölgelememeliydi ki zaten karşı tarafın 150binlik asker gücüne karşı eldeki 45bin kadar askerle 3 muharebenin hepsinden galip ayrılınmıştı fakat son muharebede Rumen kuvvetlerinin etkisiyle Plevne yitirildi. Bunu gören Osman Paşa kan dökülmemesi için teslim olarak 40bin kadar askerinin hayatta kalmasını sağlamıştı. Tabi sonra bu askerler Anadolu'ya doğru aç, susuz bir şekilde, nefretten köpürmüş, gözünü kan bürümüş Bulgarların arasından yürütülerek ölümlerine davetiye çıkarılmış ve ancak 10bin kadarı Anadolu'ya ulaşabilmişti...
Tarihte yaşanan tüm bu acı olaylar haklı ya da haksız olarak 'öteki' karşısında zamanla bir refleks oluşmasına sebep oldu. Açıkçası ben tehcir olayına bu pencereden bakıyorum. Bu kararı verenlerin dengesizce sabah kalkıp 'Acaba bugün kimi nereye sürsek?' gibi bir düşünce içerisinde olduklarını da zannetmiyorum. Yüzlerce yıllık acı tecrübelerin bir sonucudur bu acı karar.
Bunları yazmamdaki amaç kesinlikle çekilen acıların basit gösterilmesi veya değersizleştirilmesi değildir. Her millet gibi Ermeniler de acılar çekmişlerdir, gözyaşı dökmüşlerdir. Bu topraklar üzerinde yaşayıp da ataları zulüm görmeyen, baskı görmeyen kimler vardır? Aleviler, Ermeniler, Balkan Göçmenleri, Kürtler, Çerkezler... Anadolu Türklerini saymadık, peki onlar? Onlar en şanssızlarından zira yüzlerce yıl süren bir imparatorluğun çıkış noktası olup da yüzüne bakılmaması ayrıca acı bir durum.
Gelelim yavaş yavaş yazının sonlarına. Büyük devletler büyüklüklerini toplam yüzölçümleri ile kazanmazlar. Bilime, insanlığa değer vermenin yanında tarihlerinden ders alıp, onunla barışık olarak kazanırlar büyüklüklerini. Tarihimizde bir hata varsa onunla yüzleşmek bizi küçültmez, tersine yüceltir fakat bunun kararını verecek olan ne benim, ne Erivanlı Agop, ne de Fransız Michelle. Hele ki toplumlar arasındaki diyalog havasını yıkarak, dogmatik bir yapıyla dayatılan yasa ve kararlar hiç ama hiç değil...
Üzüldüğüm bir nokta da insanımızın bu konudaki bilgisizliği, yorumlama kabiliyetinin eksikliği, kısasa kısas temeline oturan adalet anlayışı. Bugün benim arkadaşlarım, gençlik, neyi neden savunduğunu bilmiyor salt bir duygusal mastürbasyon aracı olarak kullanıyorsa araştırmaksızın edindiklerini, burada bir tehlike durumu söz konusu demektir. Öğrenmeye niyetli olanlara elinden geldiğince yardımcı olmak görevi olanlar da bizlerden başkası değil, unutmayalım...
Bu yazı daha çok uzar gider fakat bu satırlara dahi kaç kişinin geleceğini bilmiyorum, gelenler için umarım sizlere farklı bir şeyler düşünmeniz için yardımcı olmuşumdur, gelmeyenlerin de canı sağolsun.
Yazıyı geçen gün ünlü bir yazarın kullanması ile hatırladığım Zapatist lider Subcomandante Marcos'tan yapacağım bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
CIA, hakkında eşcinsel olduğuna dair söylentiler ortaya atar ve Marcos cevap olarak şu yazıyı kaleme alır:
"Marcos, San Fransisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysidro’da bir chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi ulusal üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, savunma bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi, ne müşterisi olan bir sanatçı... Bosna’da bir barışçı, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendika CTM’de grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı, ne okuyucusu olan bir yazar ve tabii güneydoğu meksika dağlarında bir zapatacı..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder